Kurban ve ölüm

Halk arasında “kurban olma”nın olabildiğince cömertçe bol keseden yerli yersiz sarfını bilirsiniz. Her fırsatta, “kurban olayım, canım sana kurban, veya annen sana kurban olsun yavrum” gibi ifadelerle ucuz ucuz kurban olunur ya; bugünkü dünya gidişatında bu ucuzluk lâfta kalmayıp, aynen hayata geçirilmiştir.

Dünyaperestlik, şöhretperestlik, makamperestlik, hırs, intikam ve yanlış politikalar yüzünden nice paha biçilmez değerler bedavadan kurban edilmiştir, ediliyor!

Bir de basit dünya menfaatleri uğruna kan dökülür ki, halkımız bunu “Ne şehittir, ne gazi, hiç yoluna gitti Niyazi!” yakıştırmasıyla kritize eder.

Bugün İslâm ve insanlık dünyasının içinde bulunduğu keşmekeş ve çekilen acılar dolayısıyla, vicdanlarımız hüzün ve ıztıraba gark olup, hakikî sevinci duyamıyorsak, yani bayramlık duygularımızı da hak ve hakikat uğruna “kurban“ ediyorsak, feda olsun, kurban olsun!

Biz, su gibi aziz, zemzem gibi pâk ve gözyaşı gibi halisâne akarsak, kanlar durur ve durulur. Buradaki kastımız, beşerin zalim eliyle, zulmen akıtılan, ya da kaderin fetvasıyla, istenilmeden, acıyla ve ıztırapla akan ve akıtılan kandır.

Gerçi zalimlerin zulmüne maruz kalan mazlûmların hakları zayi olmaz, onlar da mertebe kazanırlar. Hatta deprem, sel, yangın, trafik kazaları ve ağır hastalık gibi musîbetlerle hayatlarına hatime çektirilen salih kulların manevî mertebeler kazandığına dair çok kudsî rivayetler vardır. Kesilen hayvanlar, buraklık mertebesine ulaşarak, sahiplerine Sıratta bineklik yapacaklardır. İnsana gelince; Allah rızası için, din ve vatan uğruna can veren insan şehit olur ki, Kur’ân onlar için “ölü demeyiniz” diyor. Allah yolunda, mücahade anında akan ve akıtılan kan ise zaten pâktır, kutsîdir.

YİNE BÖYLE BİR BAYRAMDI..

Aradan tam on sekiz sene geçti ki, yine böyle bir kurban bayramıydı. Mevsim yaz değil, kıştı. Hava sıcak değil soğuktu. Aylardan Ağustos değil, Şubat’tı..

Ama günler tıpatıp aynıydı. Yine Pazartesi Arafe’ydi, yine Kurban Bayramı’nın ilk günü Salı, son günü ise Cuma’ydı..

Ama bu Cuma, ömürlerden bir ömrün daha sonu olacaktı. Dünya gözüyle bakan iki gözün son görmesi, dünya kelâmı işiten iki kulağın son işitmesi, dünya kelâmı konuşan bir dilin son konuşması, yürüyen ayakların son yürümesi ve tutan ellerin son tutması olacaktı.

Bayram havasını gönlünce ve huzur içinde yaşadıktan, vazifelerini yerine getirdikten ve  sıla-ı rahim ziyaretlerinden sonra seher vaktinde kalbinin durması ile Rahmet-i Rahman’a ve yoluna kurban olası Sevgililer Sevgilisi’ne (asm) kavuşacaktı.

Dünya gözüyle artık ne o bizi, ne de biz onu görecektik.

Görmemek bu gözle ne gam!

Değil mi ki şuna imanımız tam:

Ölüm de bir kavuşma, ölüm de bir bayram!

Dâvâya ilk bağlandığı günden sonrasını ömürden sayar ve kendisini Yeni Asya ile yaşıt kabul ederdi. Zira Yeni Asya ile Nur hakikatlerine gözlerini açmıştı.

Sayfalarında yer alsın diye yazdığı bir şiirden sonra da gözlerini dünyaya kapamış oldu. Artık sadece gözleriyle değil, bütün varlığıyla ve lâtifeleriyle, Nur’un ispat ve tesbit ettiği haşir sabahına doğru ruhen ve hakikaten kanatlanıvermişti.

2003 yılı Kurban Bayramı’nın, aynı bu yılki gibi dördüncü ve son günü olan Cuma gecesinde hasta düşmesine rağmen, daha önce gazetemizde çıkan “Son Gece” başlıklı bir şiire nazire kabilinden yazdığı bir şiire ilâveler yapmak ve son bir kıt’a ile hüsn-ü hatime vermek istiyormuş. Bu gecenin kendisi için “son gece” olacağını ve bu son kıt’anın da kendi “hüsn-ü hatime”si olacağını bilmeden, ama bilmişcesine, bildirilmişcesine..

Evet, Celal Ağabeyim sabah namazı sonrası, doktora gitmek üzere hazırlanırken ikram edilen suyunu içmiş ve düşmüş.. Başına toplananlar, alıp verecek tek nefesinin kalmadığını neden sonra anlamışlar, biribirlerine bakakalmışlar.

Celal Yaprak; yazarken, konuşurken ve yürürken yere düşüverdi. Zahiren bir düşüş olsa da hakikatte bir kalkıştı. Ağırlıkları yerde bırakan bir yükselişti. Bedenin toprağa düşmesiyle hayat son bulmuyor. Şiirleriyle, hatıralarıyla ve sevap yönüyle hâlâ yaşıyor. Mensup olduğu camianın şahs-ı manevîsinden hasıl olan sevaplar onun da amel defterine inşaallah kaydediliyor.

Her gününüzün bayram havasında geçmesi dileğiyle bayramınızı tebrik ederim.

Allah’a emanet olunuz!

Benzer konuda makaleler:

1 Yorum

  1. CELAL YAPRAK’ın İLHAM KAYNAĞI

    Merhum Celâl Yaprak’ın şiirleri tamamen ilham ürünü olup, sade ve hasbîdir. Riya ve gösterişten uzaktır. Tasannu yoktur. Pürüzsüz ve safidir. Noktalama işaretleri bile ona göre pürüzdür, eğrilik büğrülüktür. Şiirlerinin noktalama işaretlerini koymak da çoğu zaman bendenize düşmüştür.
    Onun vefatının ardından, şiirlerini kitaplaştırmaya bizi memur ve hizmetkâr eden sır, ondaki ihlâs, samimiyet ve sâfiyet olsa gerektir.
    Bizim de ardımızdan, geride bıraktıklarımıza sahip çıkacak bir Allah’ın kulu olur mu? Bilemiyoruz, ama dileriz ki olsun.
    Kaderin cilvesine bakınız ki, sağlığında onun şiirlerine “göz ucuyla” tepeden bakan, “edebiyatfüruş”luk taslayan benim gibi birini onun şiirlerine hizmetkâr etti. Kütüphanemin en mutena bir köşesinde onun için bir arşiv kurdurdu.
    Ve yine ondaki ihlâsa bakınız ki; MÜŞTEHİR KARAKAYA gibi usta bir kalemi, topluma mal olmuş bir ismi; kendi sade ve safî şiirleriyle meşgul ettirdi, tasarımında çalıştırdı, ona Allah’ın rızasından başka bir gaye gözettirmedi.
    Meğer asıl edebiyat, edepli yazmakmış.

    Onun ilham kaynağı kâinat kitabı, Kur’ân ve onun hakikî tefsiri olan Risaleler olduğuna göre, tasannukâr gayretkeşlikler, o kaynağın safiyetine gölge düşürebilirdi.

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*