Thomas More, Utopia’sında “ne küçük suçları aşırı derecede büyüten” ve “ne de her suçu eşit sayan düşüncenin” yani: “bir adamı öldürmekle, cüzdanını çalmak aynı şeymiş gibi” onaylamanın anlamsızlığını ifade için şu sözü hatırlatır:
Aşırı doğruluk aşırı haksızlık getirir.
Hak ve kuvvet dengesi, doğrunun görünme biçimiyle ilişkilendirilir. O zaman kuvvet hakta olmalıdır. Hak kuvveti yönetmelidir. Hz. Ali “haklı isen korkma, hak seni korur” derken bunu anlatmış olmalıdır.
Kuvvetle hakkın doğru üzerinde bir imtizacı zorunludur. Kâinatta böyledir; ikisi ayrıldıkları vakit kuvvet yörüngesinden çıkar, gittikçe zulmü arttırır ve varlığını yok eder. Kuvvet de gider.
Diğer taraftan zayıfların elindeki hak varlığını gösteremez veya eksik kalır. Şu halde doğruluk ancak aşırılıkla (yani haksızlıkla) sesini duyurabilir. Sartre “karşı Cehennemdir” derken doğruluk üzerinde ‘hakkın görünürlüğünü’ aşırılıkla ifade etmeye çalışmıştı.. ifrat etti, hata etti.
Meselâ şöyle demişti: Zencilerin ezildiği söylenmedikçe, zencilerin ezilmesi bir şey değildir. Buna göre görünüş varoluştan, giderek, görünen kuvvet özdeki haktan öncelikli duruma geçecektir. Sonuç yalan ve şüphe sarmalıdır; aldatılmak ile merhametin kaynağı olan vicdanın kurutulmasıdır. Diğer taraftan vicdanın yani hakikatin kalbi olan özün de kendini kuvvet sebebiyle gösterememesi… Çünkü güçsüz kalması… Vicdanın da böylece bir sun’î gösteriye dönüşmesi…
2005 yılı yapımı “Köpekleri vurmak” filminde akıllara kazınan şöyle bir replik vardı:
– …köpekleri vuracağız.
– onlar size ateş açtı mı, Charles?”
Batı sömürgeciliği sonrası birbirine düşürülmüş iki halk, Ruanda’da iç savaşa seyirci Birleşmiş Milletler, vahşice katledilen kadın ve çocuklar, birlikte, gönüllü bir doktor ve öğretmenin vicdanında misyonerlik elbisesi giymiş insanlık…
Köpekleri vurmak… Hakkın ezilerek aşırılaşmasını gözler önüne seriyordu. Stephen King “grandma” öyküsünde de merhameti şiddet sarmalında ancak sunabiliyordu. Batı’nın doğru gösteremediği merhamet yine Doğu’da ifadesini bulabilirdi. Necip Fazıl’ın Reis Bey’inde idama mahkûm edilen gencin şu ifadesi gibi:
– Siz merhametten, acıma duygusundan yalnız kötülük doğacağına inanmışsınız. Yerine göre haklısınız. Fakat ondan ne büyük iyilik doğacağını unuttuğunuz için, en büyük hakkı kaybediyorsunuz! Rahmet kaldırılmış sizin kalbinizden! Buz çölünde yol alıyorsunuz!
Reis bey! Mühürlü kalbinizin açılmasını dilerim.
Bir büyük insan da: Acımak, asrın silâhıdır demişti.
O zaman haklı olana düşen, her şekilde, hakkı tutup kaldırmaktır. Cismaniyetin çoğaltılması, temsilin doğru biçim ve formunun üretilmesidir. Aşırılıktan korunmanın yolu buradan açılmalıdır.
Bediüzzaman’ın şu ifadesi harika bir sınır çizer: Evet her söylediğin doğru olmalı, fakat her doğruyu söylemek doğru değil. Bazan zarar verse sükût etmek.. yoksa yalana hiç fetva yok. Her söylediğin hak olmalı, fakat her hakkı söylemeğe senin hakkın yok. Çünki hâlis olmazsa sû’-i tesir eder; hak, haksızlıkta sarfolur. (Hutbe-i Şamiye)
“Mübalâğa ihtilâlcidir” diyor Bediüzzaman. “…Bu seciye-i seyyie ile iyilik etmek, fenalık etmek demektir. Bilmediği halde tezyidinden noksan, ıslâhından fesad, medhinden zemm, tahsininden kubh tevellüd eder.”
Çirkinlik, nezaket ve zarafetin kaybolması hakikati de kaçırır.
“Zira müvazenet ve tenasübden naşi olan hüsnü, ihlâl eder. Nasılki bir ilâcı istihsan edip izdiyad etmek, devayı dâ’e inkılab etmektir. Öyle de hiçbir vakit hak ona muhtaç olmayan mübalâğalı terğib ve terhib ile, gıybeti katle müsavi veya ayakta bevletmek zina derecesinde göstermek veya bir dirhemi tasadduk etmek hacca mukabil tutmak gibi muvazenesiz sözler, katl ve zinayı tahfif ve haccın kıymetini tenzil ediyorlar.” (Muhakemat)
Üstad, burada, bir büyük yarayı açıyor: “Bu sırra binaen: Vaiz hem hakîm, hem muhakemeli olmalıdır. Evet müvazenesiz vaizler, çok hakaik-i neyyire-i diniyenin husufuna sebeb olmuşlardır.”
Günümüzün “muvazenesiz” vaizlerinin sebep oldukları karşısında:
Hasıl-ı kelâm: Her muhibb-i dine ve âşık-ı hakikata lâzımdır: Herşeyin kıymetine kanaat etmek ve mücazefe ve tecavüz etmemektir. Zira mücazefe kudrete iftiradır ve “Daire-i imkânda daha ahsen yoktur” olan sözü, İmam-ı Gazalî’ye dediren hilkatteki kemal ve hüsne adem-i kanaattır ve istihfaf demektir. (Muhakemat)
Bediüzzaman “muvazenesiz vaizler”den “dehşetli dâhiler”e günümüze uzanan bir yarayı daha açıyor: Şimdi Haremeyn-i Şerifeyn’e hükmeden Vehhabîler ve meşhur, dehşetli dâhîlerden İbn-i Teymiye ve İbn-ül Kayyim-il Cevzî’nin pek acib ve cazibedar eserleri İstanbul’da çoktan beri hocaların eline geçmesiyle, hususan evliyalar aleyhinde ve bir derece bid’alara müsaadekâr meşreblerini kendilerine perde yapmak isteyen, bid’alara bulaşmış bir kısım hocalar, sizin muhabbet-i Âl-i Beyt’ten gelen ve şimdi izharı lâzım olmayan içtihadınızı vesile ederek hem sana, hem Nur şakirdlerine darbe vurabilirler. Madem zemmetmemek ve tekfir etmemekte bir emr-i şer’î yok, fakat zemde ve tekfirde hükm-ü şer’î var. Zemm ve tekfir, eğer haksız olsa, büyük zararı var; eğer haklı ise, hiç hayır ve sevab yok. Çünki tekfire ve zemme müstehak hadsizdirler. Fakat zemmetmemek, tekfir etmemekte hiçbir hükm-ü şer’î yok, hiç zararı da yok. İşte bu hakikat içindir ki; ehl-i hakikat, başta Eimme-i Erbaa ve Ehl-i Beyt’in Eimme-i İsna Aşer olarak Ehl-i Sünnetin, mezkûr hakikata müstenid olan kanun-u kudsiyeyi kendilerine rehber edip, İslâmlar içinde o eski zaman fitnelerinden medar-ı bahs ve münakaşa etmeyi caiz görmemişler; menfaatsiz, zararı var demişler. (Tarihçe-i Hayat)
İbn-i Hacer (rh) sürekli tekfir eden kimsenin su-i akıbetinden bahseder. Aldatılmanın neticeye bakmakla ilişkisini de bununla birlikte hatırlamak gerekir.
Aşırılıklardan kurtaracak olan cismaniyetin gelişmesi neticede “hilkatteki kemal ve hüsne” vâkıf olmaktan geçiyor. Bunun için eşyanın anlamına vukufiyet ile “künhüne vâkıf olmak” aşırı uçları temizlemeyi de ihtiva ediyor. Bu da imanın bürhanlarıyla mümkündür. Çünkü iman bir “hüsn-ü münezzeh”tir. İman her türlü çirkinlikten münezzeh olduğu gibi, mü’min için de sürekli bir temizlenmeyi ve “cilâlanmayı” zorunlu kılıyor. Hüsnü mücerret, hüsnü münezzeh iç içe ve imanda ibda ve inşa suretinde gelişebilecek ve yayılabilecektir.
Bunun için miheng noktası: Belâgat-ı Kur’âniyyedir…
“Belâgat-ı Kur’âniyenin ulvî mertebesini ilân etmekle beraber, cezalet cihetiysle en parlağı ve istikamet cihetiyle en kısası ve vuzuh cihetiyle beşerin umumuna en eşmeli olan mi’rac-ı Kur’ânîdir.
Hem o arşa çıkmak için dört vesile vardır: İlham, talim, tasfiye, nazar-ı fikrî.” (Mesnevî-i Nuriye)
Caner Kutlu
Benzer konuda makaleler:
- Tekfirin sevabı yok; haksız olsa, büyük zararı var
- Tarafgirlik ve hakperestlik arasındaki fark
- Bedduâya sarılmak fazilet değildir
- Uhuvveti, kardeşliği ve dostluğu pekiştirmek
- Rahmete itiraz eden, rahmetten mahrum kalır
- Hakperest olmak
- Haksıza yardım ne demektir?
- Haklı olmak, haklı kalmaktır
- Risale-i Nur cemaatinin dâvâsı
- Tesanüdünüze ziyade ehemmiyet verdiğimin sebebi
“Asrın müellifi Bediüzzaman Said Nursî Hazretlerinin telif ettiği Risale-i Nur’ların medyadaki katıksız dili olmaya özen gösteren Yeni Asya, sağduyulu çizgisinden ödün vermeden ‘doğrunun yanında haklının sesi’ olarak milletimizin gönlünde taht kurmuş bir misyon gazetesidir.”
İlk yorum yapan olun