Neden geri kaldık

İslâm Dünyası, asırlardan beri devam eden jeopolitik sebeplerin oluşturduğu hayatî önemdeki problemlerle birlikte 21. Yüzyıla girdi. 20. Yüzyıla kadar teraküm etmiş meselelerle dolu ağır ve zor süreç; son olarak “Ararat Dağı’nın patlayarak dağlar büyüklüğünde parçaların etrafa dağılması” tasvirinde olduğu gibi İslâmiyetin hamisi ve kalesi konumunda bir cihan devleti olan Osmanlı İmparatorluğu’nun tarih sahnesinden silinmesi ile tamamlandı. Geride milyonlarca şehit, gazi ve yıkılmış bir ülke manzarası ile.

Ayrıca terk etmek zorunda kaldığı coğrafyalar, başta Orta doğu ve Balkanlar olmak üzere, üzerinde yaşayan halkların acı ve gözyaşlarının artarak devam ettiği bir gerçeklik olarak.

Bütün bu sonuçlar hamiyetperverlere tarihî sorumluluklar yüklemektedir. Sorumluluk, tarihin seyri içinde neleri eksik ve yanlış yaptığımızın tesbit edilmesi ve çözüme dönük çalışmaların yapılmasıdır. Bundan kaçınmak, gündeme almamak, hamasi değerlendirmeler çözümü imkansız kılacaktır. Bu sonucu doğuran en önemli sebep ise asırların ihmali ile oluşan “geri kalmışlık” hastalığıdır.

“Cehalet, zaruret ve ihtilâf” olarak formüle edilen temel sebeplerin oluşturduğu istibdat, zulüm, adaletsizlik, bilim ve teknolojideki geri kalmışlık, kırılgan ve zayıf bir bünye ile emperyal güçlere boyun eğme sonucunu doğurmuştur.

Bediüzzaman, Muhakemat adlı eserinde bütün bu gerçekleri derin bir üzüntü ile ciğeri yanmış gibi feryad ü figan ederek ifade etmiş, milletin imanına hizmet etme gayretinin yanında, geri kalmışlık zincirinin de kırılması için çaba harcamıştır.

“Ecnebiler, Avrupalılar terakkide istikbale uçmalarıyla beraber, bizi maddî cihette Kurun-u Vusta’da durduran ve tevkif eden” hastalıkların teşhis ve tedavisinde yol haritası niteliğindeki görüşlerini de ‘Hutbe-i Şamiye’de anlatmaktadır.

“Beni skolastik bataklığı içinde saplanmış bir medrese hocası zannediyorlar. Ben bütün müsbet ilimlerle, asr-ı hazır fen ve felsefesiyle meşgul oldum” diyerek, bir yandan anlaşılma beklentisini, diğer yandan da gelişmenin kodlarını ortaya koymuştur. Bediüzzaman, İslâm Âlemi’nin kurtuluşu için gayret ederken insanlık için de tasavvur ve idealleri vardır.

Adalet-i mahza ve hakikî medeniyet vurgusuyla “insanlığı mesud edebilir bir istidatta olan” Nuru Kur’ân’a atıf yaparak “saadet odur ki herkesin, lâakal ekseriyetin saadeti”ni isteyen bir görüşü, bütün beşeriyet için talep eden bir vizyon ortaya koymuştur.

Bediüzzaman’ın eserlerindeki ölçü ve tesbitler bir “gelişme ve ilerleme” kılavuzu niteliğindedir. Bu kılavuz asırların ihmalinin ortadan kaldırılabilmesi için değerlendirilmeyi bekliyor.

“El hakku ya’lu vela yu’la aleyh” (Hak en yücedir ve hiçbir şey ondan daha yüce değildir.) 1

Rumuz Risalesi’nde Bediüzzaman’a sorulan “hak en yücedir, hak kuvvetlidir” hadisi varken neden gayrimüslimler ve ateistler Müslümanlara çoğunlukla galip geliyor? Bu soruyu güncelleyerek neden Filistin’de Müslümanlar zulme uğruyor, toprakları ellerinden alınıyor? Neden Myanmar’da katliâmlara maruz kalıyor, Türkistan’da asimilasyona uğruyorlar? Neden dünyanın bir çok yerinde operasyonlara maruz kalıyorlar?

Bu sualleri daha da genişleterek Uhud Savaşı sırasında sahabeleri teşci etmek için indiği rivayet olunan Ali İmran Sûresi 139. âyette geçen “Gevşemeyin, üzülmeyin, İnanıyorsanız mutlaka üstünsünüz” İlâhî hitabına mazhar olan mü’minlerin müteselsil mağlûbiyetlerini nasıl içimize sindireceğiz?

Rumuz Risalesi’nde ifade edildiği gibi Kelâm sıfatından gelen ve Kur’ân-ı Kerîm olarak tecelli eden şeri emirlere karşı itaat ve isyan olduğu gibi, İrade sıfatından gelen ve adetullah olarak tabir edilen tekvini emirlere karşı da itaat ve isyan vardır. Birinci şeriata itaat ve isyanın mükâfat ve cezası çoğunlukla ahirette olduğu halde ikinci şeriatla ilgili sonuçlar çoğunlukla dünyada gerçekleşir.

Diğer bir deyişle Cenab-ı Allah’ın iki şeriatı vardır. Biri âlem-i asgar olan insanın fiillerini tanzim eden, ama seçimi bize ait olan Kur’ân ve sünnet hükümleri, diğeri âlem-i ekber olan kâinatı tedvir, tedbir ve terbiye eden ve yanlışlıkla tabiat kanunları da denilen ve bizim irademiz dışında cereyan eden sünnetullah. İşte mü’minlerin dünyada galip, ahirette de mesud olmaları bu iki şeriata da uymaktan geçer.

“Meselâ sabrın mükâfatı zaferdir, ataletin mücazatı sefalettir, say ve sebatın sevabı servet ve galebedir. Şu halde, kâfirin evamiri-i tekviniyeye karşı itaati Müslümanın evamir-i tekviniyeye karşı isyanına galebe etmiştir.” 2 Bu dünyada muvaffakiyet fiilî duâya yönelmek, tekâsüli tevekkülden sakınmak ve esbaba teşebbüsün bir nevi fiilî duâ olduğu gerçeğini unutmamaktan geçer.

Yukarıda zikredilen âyet-i kerîme ve hadis-i şerife sığınarak hiçbir şey yapmadan Allah’ın nusretini ve yardımını beklemek beyhude bir davranıştır. Çünkü Allah yücelik ve kuvveti hakka vermiştir. Lemaat’ta geçen “Bazen iki şeriat evamiri bir şeyde beraber müçtemidir; herbirine bir cihet. Demek tekvini emre itaat ki bir haktır. İtaat galip olur o emrin isyanına ki, bir tavr-ı batıldır. Bir batıla vesile olmuş olursa bir hak, vaktaki galip olsa Bir batıla ki, olmuş o da vesile-i hak Bilvasıta bir hakkın bir batıla mağlubudur. Fakat bizzat değildir.” 3 ifadeleri hak’kın sadece şeri hükümlerle sınırlı olmadığını tekvini emirlere uymanın da bir hak olduğuna işaret etmektedir. Bilimsel çalışmalar, teknolojik gelişmeler, icad ve keşifler hakkın tecellileridir. Kimin yaptığına bakılmaz. Batıl bir mücadelede hak vesileleri kullananlar, hak mücadelesinde batıl vesileler kullananlara çoğu zaman galip gelirler.

Dolayısıyla Müslümanların dünyada mağlûp durumda olmaları batılda olanların kullandığı hak vesilelerin galibiyeti demektir. Hak olan bir vesile, batıl vesileye galiptir. “Dolayısıyla Hak en yücedir” sırrı da tahakkuk etmektedir. Çünkü galip olan yine haktır.

Evamir-i tekviniyedeki ihmalin, bu dünyada geri kalmak başta olmak üzere ağır sonuçlar doğurduğunu İslâm Aleminin mevcut hali göstermektedir.

Öyleyse hem vesile hem hedef hak olmalıdır.

“Neden geri kaldık” yazılarını dahili ve harici sebepler olmak üzere iki ana eksende ele alacağız. Bu noktaya kadar geri kalma problemini bir vakıa olarak ortaya koymaya çalıştık. Bu vakıanın asıl sebepleri bizim çözüme kavuşmamızda da şüphesiz yardımcı olacaktır.

Dahili sebeplerin öncelikli olarak ele alınması her problemin arkasında dış güçlerin varlığı vehminden kurtulmak, daha proaktif bir tutum sergilemek açısından önemlidir. Dahili sebepler derken; İslâm dünyasında, asırlardan beri iç dinamikler ile ortaya çıkan, yanlış anlaşılan, yanlış yapılan veya yapılması gerekli olup yapılmayan, hususları kastediyoruz. Bu, aynı zamanda problemlerin çözümünde gücümüzü ve enerjimizi teksif ederek, ümitsizlik girdabına düşmeden kurtuluşa ulaşmanın da bir yoludur.

Biz nerelerde yanlış yaptık? Hangi fiillerimizle kadere fetva verdirdik? sorularının da cevaplarına ulaşmış olacağız.

Bu sorulara Risale-i Nur’da onlarca başlıklarla cevap bulmak mümkündür. Biz en bilinenlerden başlayalım. Hutbe-i Şamiye’de Avrupa’nın terakkide istikbale uçması ile beraber İslâm Âlemini Orta çağda bırakan altı önemli hastalık ve sebepten bahsediliyor.. Mealen arz edeyim.

Birincisi: Ümitsizliğin içimizde hayat bulup dirilmesi..

İkincisi: Doğruluğun toplumsal ve siyasal hayatta ölmesi..

Üçüncüsü: Düşmanlık ve husûmet duyguları ile hareket etmek..

Dördüncüsü: Mü’minleri birbirine bağlayan nuranî bağları bilmemek..

Beşincisi: Bulaşıcı hastalıklar gibi yayılan zorbalık ve tiranlık (istibdat)..

Altıncısı: Bütün gücünü şahsî menfaat teminine sarf etmek..

Bu hastalıkların her biri başlı başına bir toplumu perişan etmeye yeterken, altı hastalığın farklı derecelerde aynı toplumda temerküz etmesi, hasta olan o toplumun komaya girmesine ya da ölmesine sebep olabilirdi.

Nitekim 1911 yılı bahar aylarında Şam’da Emeviye Camii’nde hutbe olarak irad edilen daha sonra da İstanbul’da Ebuzziya Matbaası’nda Hutbe-i Şamiye adıyla basılan Şam Hutbesi’nden sekiz yıl sonra Avrupa’nın hasta adam dediği koca Osmanlı İmparatorluğu Trablusgarp, Balkan, Birinci Dünya Harplerini kaybederek sekeratını tamamlayıp bilâhere de vefat etti.

Bu hastalıklar sadece bir imparatorluğun yıkılmasına sebep olmadı. Hicrî beşinci asra kadar bütün dünyaya numune-i imtisal olan İslâm medeniyetinin Moğol istilâsından sonra ikinci defa çökmesine ve emperyalist güçlerin mazlum ve masum Müslüman halklar üzerinde onlarca yıl sürecek sömürü ve baskı düzeninin kurulmasına sebep oldu. Bütün dünyadaki Müslümanlar hamisiz ve sahipsiz kaldı.

İşte Bediüzzaman böyle bir vasatta iman, hürriyet ve medeniyet vadisinde yaptığı tecdid hareketiyle bütün İslâm Dünyasına umut olmuş, yukarda ifade edilen hastalıklara Kur’ân eczanesinden derlediği ilâçlarla deva olmaya çalışmıştır.

“İnsaniyet-i suğra” olarak tanımlanan medeniyetin güzelliklerinin “insaniyet-i kübra” olan İslâmiyetin mukaddimesi” 4 olması cihetiyle, imandaki zaafiyetin insanı ebedî helâkete götürmesi gibi medeniyetteki zaafiyetin de toplumları bu dünyada helâkete götüreceğini ifade etmiştir.

Aslında Bediüzzaman’ın iman, hayat, şeriat olarak tarif ettiği ahir zamanın muazzam vazifelerinin ifası; ilim, irfan ve hikmet başlıkları ile üç Said Dönemi olarak Asr-ı Saadet devrinin son asırlar için bir yansıması ve yeniden muhassalası ve inşası anlamına geliyordu.

Hayatı boyunca “iki elimde iki hayatımı tutmuşum, iki hasım için iki meydan-ı mübarezede iki harp ile meşgulüm. Tek hayatlı olan adam karşıma çıkmasın” 5 diyerek ifrat ve tefrit sahiplerinin tehdit ve baskılarına boyun eğmeyerek “rey sahibi bir imam” şehamet ve cesaretiyle; imanı, hürriyeti ve  hayatı kolaylaştıran, adalet ve hakkaniyeti sağlayan “Birinci Avrupa”nın takip ettiği medeniyeti savunmuştur.

Günümüzde İslâm dünyasında radikalist Müslümanların ve müstebid idarecilerin elinde doğru İslâm’dan uzaklaşarak nasıl bir savrulma yaşandığını, Afganistan Müslümanlarının Taliban’dan kaçmak isterken Amerikan kargo uçaklarının iniş takımları arasında parçalanarak ve onlarca metre yükseklikten düşerek ölmeleri bize çok şey anlatıyor. “Şeriat, sebeb-i saadet ve adalet-i mahz ve fazilet” 6 olarak insanlığı kurtarmaya namzet iken, sözde şeriatçıların elinde “hayata adavet”, kaygı, korku ve ümitsizlik kaynağı olarak algılanıyor.

Bütün bunlar da Bediüzzaman’ın “gözleri arkada maziye bakan” 7 muasırlarına da dediği gibi; “dinde hassas, muhakeme-i akliyede noksan”, “zahirperest ve sadık-ı ahmak” tanımlamalarının ne kadar isabetli olduğunu da gösteriyor.

İslâm dünyasının bütün hastalıklarının reçetesi ve ilâcı, zamanın Bediisi olan Said Nursî’nin Kur’ân eczanesinden aldığı Nurlu eserlerde mevcuttur.

Yeter ki perde olmadan, ayna olarak bunları yansıtabilelim.

Dipnotlar:

1- Keşfül Hafa 1/127.
2- ESDE s. 513.
3- ESDE s. 708.
4-  Muhakemat 61.
5- ESDE 292.
6- ESDE 118.
7- ESDE 26

Mehmet PEKEL

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*