Risâle-i Nur’da Japon Başkumandanı

Risâle-i Nur’un muhtelif yerlerinde geçen “Japon Başkumandanı” ve “Japonya” tâbirleri hepimizin dikkatini çekmiştir. Bediüzzaman’ın kendisinden söz ettiği “Japon Başkumandanı” kimdir? Japonya İslâmiyete nasıl ilgi duymuştur? Bu ve buna benzer sorgulamalar için yazılan değişik eserlerde ve yapılan müstakil araştırmalarda birbirini desteklemeyen görüşlerin olması, bu konularda daha ayrıntılı bir çalışmanın yapılması gereğini ortaya çıkarmıştır.

 

Öncelikle Bediüzzaman Said Nursî’nin Şuâlar adlı eserinin 5. Şuâ’sında adı geçen ve Rus’u mağlup eden Japon Başkumandanı ile ilgili Üstadın tabirine bakalım: “Rivayetlerde, eşhas-ı âhirzamanın fevkalâde iktidarlarından bahsedilmiş. Ve’l-ilmü indallah, bunun tevili şudur ki: O şahısların temsil ettikleri mânevî şahsiyetin azametinden kinâyedir. Bir vakit Rusya’yı mağlûp eden Japon Başkumandanının sûreti, bir ayağı Bahr-i Muhit’te, diğer ayağı Port Arthur Kalesinde olarak gösterildiği gibi, şahs-ı mânevînin dehşetli azameti, o şahsiyetin mümessilinde, hem o mümessilin büyük heykellerinde gösteriliyor. Amma fevkalâde ve harika iktidarları ise, ekser icraatları tahribat ve müştehiyât olduğundan, fevkalâde bir iktidar görünür. Çünkü tahrip kolaydır. Bir kibrit bir köyü yakar. Müştehiyât ise, nefisler taraftar olduğundan çabuk sirayet eder.” (Şuâlar, s. 505)

Alıntıladığımız ifadelerden hareketle bazı araştırmacılar, 1904-1905 yılında yapılan Rus-Japon savaşında görev alan ve büyük zaferler elde eden o Başkumandan’ın Amiral Togo Heihaçiro olduğunu, bazıları da yine aynı savaşta büyük gayretleri görülen 111. Ordu komutanı olan Nogi Maresuke olduğunu ifade etmişlerdir. Bu arada kimsenin adını telaffuz etmediği Mareşal Oyama Iwao gerçeği var. Gerçekten de adlarını saydığımız komutanların hepsi de Rus Ordusuna karşı büyük başarılar elde etmişlerdir. Şimdi Üstad’ın bahsettiği o temsilî resme hangi komutanı bırakmamız lazım? İster katılırsınız, ister katılmazsınız o başkumandanın Japon İmparatoru Meiji Mikado’nun olması daha uygun düşmez mi? Çünkü İmparatorun aynı zamanda Japonya Devletinin Başkomutanı olması gerekir. Japonya’nın mânevî şahsiyetini de imparator temsil eder.

Beşinci Şuâ’da geçen Japon Başkumandanı ve Rus-Japon savaşındaki şahs-ı mânevîsini temsil eden resmi (yan taraftaki resim) ile ilgili değişik araştırmaları ve katkıları beklediğimizi ifade ederek bu konuya şimdilik nokta koyalım.

***

Risâle-i Nur’da Japonya ile ilgili geçen bir diğer konu da İslâmiyete ilgi duyan Japon yetkililerin sorduğu bazı meselelerdir. Bu konuda da maalesef işin tarihî sürecini araştırmadan bazı öngörülerle hareket edilmiş. Yapılan yanlışlar doğru kabul edilerek sonraki araştırmacılar tarafından alıntılanmakta bir sakınca görülmemiştir. Bu yanlışlardan biri de Bediüzzaman’ın Japon Komutanı Nogi Maresuke ile görüşme yaptığı ve İslâmiyete dair sorular sorduğuna dair tespitlerdir. Bu yanlışları şöyle sıralıyabiliriz:

1- Bediüzzaman Japonların İslâmiyete dair sorularıyla kendi ifadesiyle Meşrutiyetin ilânından önce, yani 1907 yılında muhatap oluyor. İşte o ifadeleri: “Bundan kırk sene evvel ve Hürriyetten bir sene evvel İstanbul’a geldim. O zaman Japonya’nın Başkumandanı, İslâm ulemasından dinî bazı suâller sormuştu. Onları İstanbul hocaları benden sordular. Hem çok şeyleri o münasebetle sual ettiler.” (Şuâlar, s. 313)

Adı geçen Japon Kumandan ise 1911 yılında çıkmış olduğu altı aylık Avrupa seyahati dolayısıyla İstanbul’a Haziran ayında geliyor.

2- Üstad 1911 yılının 6-25 Haziran ayında Sultan Reşad ile Şark Vilâyetlerini temsilen Rumeli seyahatinde bulunuyordu.

3- Japonya tarafından sorulan soruların cevaplarının bir kısmı Muhakemat adlı eserde 1911 yılında yayınlandığına göre, komutan Nogi’nin iddiâ edildiği gibi 1911 yılında sorduğu soruların muhatabının Bediüzzaman olmaması gerekir. Çünkü Üstad sözkonusu eserinde: “Binaenaleyh, hitabımı ecânibe, bahusus Japonya’ya tevcih eyledim. Zira onlar eskide bazı suâller etmiştiler; ben de cevap vermiştim. Şimdi ihtisarla yalnız bir-iki suâllerine müteallik o cevabın bir parçasını söyleyeceğim.” (Muhakemat, s. 104) dediğine göre, soruları şahıs değil de, Japonya devleti sormuştur.

Peki, İslâmiyetle ilgili soru sorma gereğini Japonya neden hissetmiştir? Bu tarihî sürece nasıl girilmiştir? Dilerseniz Osmanlı Devleti ile Japonya İmparatorluğunun yakınlaşma olayına bir alıntıyla göz atalım:

“İlk ilişkilerin başlangıcı 19. yüzyılın son çeyreğine rastlar. Gerek Japonya’nın genel olarak dünyaya açılma ilkesi gereği Asya devletleri ile iyi ilişkiler kurma isteği, gerekse Rusya’ya karşı ortak düşman paydası gibi faktörler iletişimin başlamasına yol açtı. Sultan Abdülhamid Han da İslâm Birliği siyaseti gereği doğu âlemi ile iyi ilişkiler kurmak istiyordu. Sultan Abdülhamid Han siyasî hatıratında: ‘Rusya asırlardan beri iki devletin de düşmanı olduğuna göre, Japonya ile akdedeceğimiz ittifakların temin edeceği faydaları ciddî olarak mütalaa etmek icab eder’ diyordu.

“İlk resmî temas 1871 yılında Japon Dışişleri Bakanlığı kâtibi Fukuchi Genichiro’nun temsilci olarak İstanbul’a gelmesidir. 7 yıl sonra Seiki gemisi Avrupa gezisi çerçevesinde Haliçe demirlemiştir. Abdülhamid Han tarafından gemi kaptanı ve üç subaya Yıldız Sarayı’nda madalya verilmiştir. 1881 yılında imparatorun akrabalarından Prens Kato Hito’nun gayr-ı resmi ziyareti ve yine Abdülhamid Han tarafından resmi protokolle karşılanması ilişkileri kuvvetlendirmiştir.

“1887 yılı Ekim ayında Japon İmparatoru Meiji Mikado’nun amcası olan Prens Komatsu Akihito eşi ile İstanbul’a geldi. Sultan Abdülhamid prens ve beraberindekileri Dolmabahçe Sarayı’nda misafir etmişti. Prens Komatsu padişahla görüşmesi sırasında Japon İmparatorunun en büyük nişanı olan ‘Chrysanthemum’u Sultan’a takdim etti. Sultan ise o zamana kadar hiçbir yabancı devletin nişanını kabul etmediği halde, onu zevkle kabul etmiştir.

“Bu kadar gel-gitden sonra elbette mukabele etmemek olmazdı. Yalnız Abdülhamid Han’ın hatıratında belirttiği gibi bu yakınlaşmanın başta Rusya olmak üzere bölgedeki diğer güçleri ürkütmemek gerekiyordu. Hem bu sebeple hem de Abdülhamid Han’ın Uzakdoğu üzerinde uygulamaya çalıştığı Pan–İslâmizm siyaseti sebebiyle geniş kapsamlı bir misyon belirlendi. Bahriye Miralayı Osman Bey komutasındaki ‘Ertuğrul Fırkateyni’ bu önemli göreve atandı. Böylece hem Prens Komatsu’nun ziyaretine iade ile Japonya ile muhabbetin artırılması, hem de geminin geçeceği rotadaki ülkelerde Müslüman halka Halife-i Müslimin’in mesajının ulaştırılması hedeflenmiştir.

“Japon İmparatoru Meiji, 1889 yılında İstanbul’a özel elçiler ve bu elçilerle birlikte; Sultan Abdülhamid Han’a hediyeler bir de ‘özel bir mektup’ göndermişti. Özel mektupta ise Japon İmparatoru, Abdülhamid Han’dan; ‘İslâm dinî, İslâm tarihî, İslâmın içeriği, ilim ve teknolojik gelişmeler, vakıflar, hayır kurumlar vs. konuları ile ilgili olarak kendilerine Japonca veya Fransızca olarak bilgiler,’ gönderilmesini rica etmişti.

“Japon İmparatoru’nun İslâm Dinî ile ilgili bilgileri isteyen mektubu ve diğer bilgi ve belgeler inkâr edilemeyecek şekilde delilleriyle birlikte arşivlerde bulunmaktadır.

Abdülhamid Han, Japon İmparatoru Meiji’nin isteklerini Şeyhülislam Cemâleddin Efendi’ye açmış ve ilk etapta; tezhipli bir Kur’ân-ı Kerim daha bir çok hediye elçilerle Japon İmparatoru’na gönderilmiş, diğer istediği bilgiler için de süre istenmişti.

“Daha sonra Japon İmparatoru Meiji’nin, İslâm Dinî ile ilgili istediği bilgiler, Şeyhülislam Cemâleddin Efendi’nin başkanlığında bir heyet tarafından hazırlanır ve gönderilir.” (Oktan Keleş, www.netpano.com)

İşte tarihî süreç içinde gelişen ilişkiler sonucu Japonya İslâmiyet’e ilgi duymuş ve konumuzla ilgili olan sorular sorulmuştur. Ancak Bediüzzaman’ın bu sorulara eserleri dışında nasıl muhatap olduğu, cevapların ne zaman ve ne şekilde verildiği hakkında fazla bir bilgiye sahip değiliz. Devlet arşivlerinin açıklığa kavuşması neticesinde bir çok soruya cevap bulunacağı şüphesizdir.

Devletler arası ilişkiler sonucunda 1907-1910 yılları arasında Abdurreşid İbrahim de Asya seyahati esnasında Japonya’ya uğrar. Orada bir çok aydın kesimden asker ve bürokratla tanışır. İslâmiyet ile ilgili bir çok soruya muhatap olur. İslâmiyet’e olan alâkanın İmparatorla sınırlı kalmadığını, bir çok üst düzey bürokratın da İslâmiyeti ve Müslümanlığı merak ederek soruşturmaya başladığını gözlemleyebiliyoruz. “Japonya ile adı adeta özdeşleşen ve bu ülkede ilk İslâm tohumlarını atan Abdüreşid İbrahim, 1884 senesinde ziyaret ettiği devrin padişahı Sultan Abdülhamid’e bir mektup yazarak Japonya’da İslâmın yayılması için devlet-i âliyenin desteğini istiyordu. Fethi Okyar’ın naklettiğine göre Sultan bu konuda şöyle demektedir: ‘Japonların Ruslara karşı kazandıkları zaferin arifesinde idi. Japon imparatorluk ailesine mensup bir prens beni ziyarete geldi. İmparatorundan hususi bir mektup getiriyordu. Benden İslâm dininin muhtevasını, iman esaslarını, gayesini, felsefesini, ibadet kaidelerini izah edecek kudrette bir dinî-ilmî heyet istiyordu. Bunun sebebi vardı, orada İslâmiyeti yaymayı mukaddes vazife sayan Abdürreşid İbrahim isimli, aslı Kazanlı olan bir Müslüman aliminden mektup almış, Japonya’da İslâm’ı tâmim (yayma) hareketine yardımcı olmam istenmişti. İslâm aleminin halifesi idim, bir tarafta daima iftihar ettiğim ve hizmetkarı olmaya çalıştığım bu âlî vazife, diğer taraftan ruhumda bu mahiyette şerefli hizmete duyduğum hasretle, mümkün olan herşeyi yaptım. Fakat bu yardım daha çok maddî sahada kaldı. Çünkü Abdürreşid İbrahim bizim din adamlarımızdan başka hüviyet içinde idi. Türkçe, Arapça, Farsça’dan başka Rusça ve Japonca biliyordu. Kırk yaşından sonra Fransızca ve Latinceyi öğrendiğini yazmıştı.’” (http://www.davetci.com/d-biyografi/biyografi-abdurresidibrahim.htm.)

Japon İmparatoru Meiji Mikado

İslâmiyete ilgi duyan ve Japonya’nın şahs-ı mânevîsini temsil eden İmparator Meiji hakkında da biraz bilgi verelim:

“İmparator Meiji’nin gerçek adı Mutsuhit’dur. 3 Kasım 1852 yılında doğan, 30 Temmuz 1912’de hayata gözlerini yuman Meiji, 1867-1912 yılları arasında Japonya’da imparatorluk yapmıştır. Japonya’nın çağdaşlaşmasında çok büyük katkısı olmuştur. Çok ilginçtir ki, Meiji Devrine aynı zaman da ‘Aydınlanmış Dönemin Yönetimi’ de denir. Yönetim sürecinde, Japonya’nın Batılılaşmasını ve dünyada güçlü bir statüye yükselmesini sağlayan reformlar yapmıştır. (…) Bu reformlarının yanı sıra Japonya’da modernleşme dönemi başlatarak, Japon gençlerini, ABD, Fransa, Almanya, İngiltere’ye Batı Teknolojisini ve yöntemlerini öğrenmek için yollamış ve bu ülkelerden birçok danışman ve teknisyen davet ederek, Kraliçe Viktoria döneminde Japon donanmasını, ticaret filosunu, demiryolunu, telgraf sistemi ile bankacılık ve mühendisliği geliştirmek için uzmanlar getirtmiştir…” (http://www.indigodergisi.com)

Bu araştırmamızda görüldüğü üzere; Japonlar tarafından sorulan soruların tarihî süreç içerisinde nasıl bir seyir takip ettiğini gözlemledik. Bediüzzaman’ın bu konuda şahıs ismi vermemesi meseleyi şahıslara inhisar ettirmek istememesinden kaynaklanmaktadır. Önemli olan İslâmiyet meselesinin Japonya’nın gündemine gelmiş olmasıdır. Sözümüzü, yine Bediüzzaman’ın Japon Başkumandandan naklen aktardığı bir tespitle bitirelim: ”Hatta, Rus’u mağlûp eden Japon Başkumandanının İslâmiyetin hakkaniyetine şehadeti de şudur ki: ‘Hakîkat-i İslâmiyetin kuvveti nisbetinde, Müslümanlar o kuvvete göre hareket etmeleri derecesinde ehl-i İslâm temeddün edip terakkî ettiğini tarih gösteriyor. Ve ehl-i İslâmın hakîkat-i İslâmiyede zaafiyeti derecesinde tevahhuş ettiklerini, vahşete ve tedennîye düştüklerini ve herc ü merc içinde belâlara, mağlûbiyetlere düştüklerini tarih gösteriyor. Sair dinler ise bilakistir…’” (Tarihçe-i Hayat, s. 80)

NOT: Bu araştırmanın yapılmasına sebep olan ehl-i tahkik ağabeyim Bilal Tunç’a teşekkür ediyorum.

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*