Kendini görmek isteyen, tefekkür aynasına baksın

Meraklıdır insanoğlu.
Duvarın ardını, toprağın altını, örtünün altını hep merak eder.

Ötede ne var, ötelerin ötesinde ne var, hep merak eder.
Bir masa, üstünde bembeyaz bir örtü… Yerlere kadar sarkmış, geniş bir örtü… Bu örtünün altında ne olduğunu da merak eder insan.

Masanın üstünde bir şişe. Şişenin içinde ne var, onu da merak eder.
Masanın orta yerinde bir tabak. O tabağın içinde ne var, onu da merak eder.
Sonra… Sonrası yok. Merakın sonu yok.
Peki, insan merakının karşılığını tam olarak alıyor mu? Sorularına hak ettiği cevabı buluyor mu?
Boş merakların sorusu gibi, cevabı da bomboş.
Boşuna hayret, boşuna gayret.
***
S. Gaybî’nin Sohbetnâme’sinde bir hikâye anlatılır:
Seçkinler meclisinde bir gün, bir seyyah-ı âlem hazır olup seyahat âleminde gördüğü acayip şeylerden, garip devirlerden türlü hikâyeler anlattı. Sözünü bitirdiğinde meclistekilerden biri:

“İki mermer direk üzerinde büyük bir şehir varmış. Oraya bir ayna koymuşlar ki, bütün âlemde olan suretlerin numûne ve misâli orada yansır, görünürmüş. Onu da gördünüz mü? Ondan haber aldınız mı?” diye sorunca, o seyyah:

“Sultanım, onun seyri müyesser olmadı. Ondan haberdar değiliz.” dediğinde:
“Seyahatiniz kemâle ermeyip kusur üzre olmuş. Dış taraftan seyahatle yetinip manevî seyahatten mahrum olmuşsunuz. Acayibi görmüş ve gözetmişsiniz, acayiplerin en acayibinden nasipsiz kalmışsınız.” buyurdular.
***
Merak, yerinde kullanıldığı zaman insan için faydalı oluyor. Boş gözlerle seyahat, insana hiçbir şey kazandırmıyor. Tefekkürsüz bakış, cansız bir nakış.

Onun içindir ki Hasan-ı Basrî (r.aleyh), “Sen bizlere hep tefekkürü tavsiye ediyorsun. Tefekkür nedir ki, ısrarla bizi ona sahip kılmak istiyorsun?” diye soranlara şu cevabı verir:

“Tenha bir yerde tefekküre dalmak, amelinin sevabını ve günahını gösteren bir aynaya bakmak gibidir. İnsanın kendini bir aynada görmesi ise, fevkalâde faydalı bir iştir. Kendini görmek isteyen, tefekkür aynasına baksın, boyunun ölçüsünü anlasın.” (Mehmet Dikmen, Unutulmaz sözler ve hatıralar, s. 118)

Bediüzzaman Hazretleri de Mesnevî-i Nuriye’de Kur’ân’daki “Fenzur” âyetinden hareketle; “Bakınız ki, pek çok garip garip haşirleri, acip acip neşirleri göresiniz!” der. (Mesnevî-i Nuriye, Lem’alar, s.13) ve bahsin devamında sözünü şöyle tamamlar:

“Evet, her bahar mevsiminde pek hakîmane, basîrane, kerîmane faaliyetler başlar ve harikulâde san’atlar yapılır.” Zeylü’l-Hubab’da ise sadece gözün yetmediğini, akıllarını da beraber bulundurmak şartıyla küre-i arz bahçelerine girmek gerektiğini, Cenâb-ı Hakk’ın gösterdiği harikaların ancak o zaman görülebileceğini zikreder.

Evet, bizim için süslenen ve şu bembeyaz elbiseleri giyen ağaçları merak eden birileri çıksa, ne güzel olacak şimdi… Şu kupkuru ağaçlardan, odun parçacıklarından, bembeyaz çiçekleri kimin çıkardığını birileri sormayacak mı, merak etmeyecek mi?

Bir yaprak hangi ağacın yaprağıysa, ancak o kadar büyür. Alması gereken şekil ne ise, onu alır ve orada ânında durur. Yaprağın büyümesi kadar durması da esrarengizdir. Bir yaprağın yüzü, bir insanın yüzünden aşağı değildir. Her bir yüzde ehadiyetin bir tecellisi vardır. Onun içindeki hücrelerin bir araya gelip o yaprağı teşkil etmesi, tesadüf değildir. Yapraklar, yusyuvarlak da olabilirdi, tostoparlak da. Acayip bir şey de ortaya çıkabilirdi.

Peki, aklını da beraberinde bulundurmak kaydıyla şu bahar mevsiminde seyahate çıkan biri sormayacak mı “Bu yaprağın modeli nerede? Bu çiçeğin kalıbı nerede?” diye?

Ya her ağacın başında, ya şu rengârenk açan çiçekler hiç ilgimizi çekmeyecek mi? Merakımızı, dikkatimizi celbetmeyecek mi? Hikâyedeki seyyah gibi asıl görülmesi gerekeni göremeden mi geçip gideceğiz?

Hangi ağacın başında olursa olsun, vakti gelmeden önce açamaz hiçbir çiçek. Ve bir çiçek, ancak bir çiçek kadar büyür, büyütülür. Alması gereken şekil ve renk ne ise, onu alır ve durur. Üzerindeki renkler, nakışlar, akılları hayrette bırakan bir mükemmellik içinde son derece uygun bir şekilde tamamlanır. Her ağacın başındaki her bir çiçeğin büyümesinde ve durmasında tesadüfe asla yer yoktur.

Neden mi?
Cevabı belli: Çiçeği teşkil eden bitki hücrelerinin çoğalmalarında ve renklenmelerinde zerrece bir tesadüf olsaydı, çiçeklerin hiçbiri bizi güzelliğiyle hayran bırakamazdı. Oysa yeryüzünde güzelliği ile insan ruhunu hayrette bırakmayan tek bir çiçek var mı acaba?

Ağacın hiçbir organı yaprağı kontrol edemez. Çiçeğin hiçbir hücresi de yanı başında ne olup bittiğini bilemez. Ama apaçık bir fiil vardır ortada: Her şey tek tek sayılıyor. Yapraklar, çiçekler ve meyveler sayılıyor. Onların içindeki hücreler de tek tek sayılıyor.

Fiil olan yerde fâil de vardır.

İşte, tefekkür aynasında görünen ve görünmesi gereken budur. Yani her şeyi ezelî ilmiyle tek tek sayan, her şey için bir miktar belirleyen ve her şeye lâyık olduğu şekli verip dilediği gibi bir suret takdir eden bir fâil var. Allah var. Her bir ağacın başındaki her bir yaprağın ve dahi her bir çiçeğin, her bir nakşın, bunu yapanın ancak Allah olduğuna şahitliği var. O kusursuz fiillerin, kusurdan münezzeh olan Fâiline ve Yaratanına birer birer şahitliği var. Bahar bahçelerindeki bu güzel çiçeklerin muhteşem görünümü, bundan başka nedir ki Allah aşkına?

“Bildim, anladım, gördüm” demekten bir kurtulsak da, tefekkür aynasına dalıp yeniden bir bakabilsek, kim bilir neler göreceğiz neler…
Necip Fâzıl Kısakürek ne güzel der:

Ne olur vazgeçseler şu “bildim!” kibirinden
Her şey her şeyden gizli, insan da birbirinden…

“Ne yapmalıyız peki? Nasıl yaşamalıyız?” diye soracak olursanız, onun da cevabı hazır. Yine Necip Fâzıl Kısakürek’ten:

Verirler “Ben âcizim, kudret senin!” dedikçe;
Verenin şanı büyük, sen iste istedikçe…

Bir bahar daha olmayabilir hayatımızda. Hele bu baharın hakkını bir verelim. Sonra bir haberleşelim. Buluşursak bir daha, yeniden selâmlaşalım. Gökyüzünde yükselen bulutlara başımızı çevirip bir bakalım. Yücelerdeki bulutu bembeyaz yaratan kim ise, pamuk gibi yapan kim ise, bu bembeyaz çiçekleri de yeryüzüne takıp görmemizi isteyenin ‘O’ olduğunu bir anlayalım.

Allah’ın işlerine akıl erdiremez insan. Ama aklını bu yolda, onu anlamakta kullanabilir, hayret etmekte kullanabilir. Merakını boş yerlere değil, Allah’ın eserlerine yoğunlaştırabilir. Arka sokaklarda dolaşacağına, gözünün önündekilere bakabilir. Örtünün altındakileri merak edeceğine, gözünün önündekileri görebilir.

Çiçeği görmeyen, ağacı da göremiyor. Ağacı görmeyen hayatı da bilemiyor. Bir çiçek, bütün bir hayatın özü, özeti oluyor.

Ve sözümüzü Üstadımız Bediüzzaman’a bırakıyoruz:
“Bahar mevsiminde arzın sathında yapılan nebatî haşirlere dikkat lâzımdır. Evet, altı gün zarfında, o karışık nebatatın tohumlarından ölmüş, çürümüş, kaybolmuş olan cesetleri galatsız, haltsız kemâ fi’s-sâbık inşa ve iâde etmekle, arz meydanında nebatî haşirleri yapan kudret, semâvat ve arzı altı günde halk etmesinden âciz değildir. Ve o kudrete nazaran göz işareti kadar kolay olan haşr-i insanîyi yapmamak imkânı var mıdır? Evet, haşr-i nebatîde kelimeleri, yazıları tamamen silinmiş üç yüz bin kadar sayfaları, birlikte, bilâhalt ve bilâgalat, kısa bir zamanda eski yazılarını iâde eden bir kudrete tek bir sayfadan ibaret bulunan haşr-i insanî ağır gelir mi? Hâşa!” (Mesnevî-i Nuriye, s. 41)
***
Her yıl erik ağacımın çiçeklenişini seyrederdim. Bu yıl çiçeklenmesi sırasında yanında değildim, seyahatteydim. Geldiğimde bembeyaz buldum. Hatta bir kısmı yapraklanmaya başlamıştı bile. Tam Üstadımızın dediği gibi altı gün içinde olan olmuştu.
***
Bu bahar mevsiminde açan her çiçek adedince Efendimiz’e (asm) salât-u selâm olsun.

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*