Nur’un ihtiyacı olmaz, Nur’a ihtiyaç olur

Risale-i Nur’u insanlara ulaştırmak, Risale-i Nur’la tanışmış olanların boyunlarına bir borçtur. Güzelliğe sahip olmak, iki dünya saadetini netice verecek bir mazhariyet içerisinde olmak bir o kadar da omuzlara yükümlülük yüklüyor.

Sahabelere baktığımızda, o Asr-ı Saadet’le müjdelenmiş olmak, aynı zamanda rahatını bozmak, bu güzelliği yeni yeni insanlara tanıtmak anlamı taşıyor. Asr-ı Kıyamet’te durum bundan pek farklı değil.

Kıyamete doğru gidilirken yaşanan son ‘Asr-ı Saadet antrenmanı’nda bulunanlar, bu müjdeli zaman dilimini ve yaşananları anlatmak ve yaymak sorumluluğu taşıyorlar.

Evet, Nurların kimselere ihtiyacı yok. Ama insanların ona ihtiyacı var. Dolayısıyla bu yüksek Kur’ân derslerini insanlara anlatmak ve tanıştırmak lâzımdır. Bu noktada dâvetler elbette onunla tanışıyor olanların boyunlarının borcudur.

Kıymetli kardeşimiz, Ömerali’den gelen mail tam da konu ile ilgili:

“S. A. Yarın gazetede çıkacak makalenizi okurken yıllardır içimde kanayan yara olan konuya değindiğinizi gördüm. Makaleye kısa bir cevap yazdım. Orada uygun olmayabilir diye buradan geniş açıklama yapmak istedim. Özellikle son 1-2 yıldır bu konuda daha çok muztaribim. Babam ben doğmadan 1 yıl önce (1965 yılında) Risale-i Nur’la tanışmış. Şu an Bursa’da olan İhsan Paşalıoğlu Ağabey vesile olmuş, kendisinden Allah razı olsun. O günden beri Yeni Asya cemaatine mensup ve öyle de devam ediyor. Yeni Asya cemaatinin içinde iki ayrı ilde şu sözü duydum. ‘Risale-i Nur’un kimseye ihtiyacı yok. İhtiyacı olan gelir.’ Bir kişiyi derslere dâvet etmek, Risale-i Nur’un o kişiye ihtiyacı var mânâsına mı geliyor? Bu söz bana ağır gelmişti. Bu sözlerden birini duyduğum yerde, birileri derse gitmeden bahsediyordu. Biri diğerine ‘Sen de derse gidiyor musun?’ diye sorunca, o da ‘Haberim yok ki, nasıl gideyim?’ cevabını verince yukarıdaki cevap verilmişti. ‘Risale-i Nur’un ihtiyacı yok…’

Görev yaptığım yerde, çocukluğumdan beri tanıdığım bir doktor arkadaş var. Benden 10-15 yaş kadar küçük. Henüz ilkokula başlamadan derslere gelirdi. Bizde haftanın 6 günü hem ikindi, hem de yatsı dersleri olurdu. Aldığım bilgilere göre ilçemizde halen de derslere yoğun bir ilgi ve alâka var. Bu doktor arkadaş Yeni Asya’dan ayrılan meşveret grubuna mensup. Benim Yeni Asya’ya yakınlığımı bildiği için arada sırada bize de gel diye dâvet eder. Ve ben de zaman zaman giderim. Aksaray’ın TOKİ bölgesinde 3-5 kişi ile bir bodrum katında başlattıkları dersleri 3-5 yılda 30-40 kişiye çıkarttılar. Çevresindekilere telefonlarla, mesajlarla, yüz yüze görüşerek derslere dâvet ediyorlar. Küçük bir odada ders yapılırken daireyi değiştirdiler. O da yetmeyince salon ve oda birleştirmesi yaptılar. Her ayın son pazarı sosyal faaliyet adı altında ikindi vaktinden başlayıp gece 23.00’a kadar devam eden şahsî okuma, genel okuma, namaz, yemek vs. program yapıyorlar. Sıcak günlerde piknik tarzında bu faaliyetleri yapıyorlar. Her Cuma dershanede sabah namazı ve kahvaltı var. Bu TOKİ grubu her yıl il dışına en az bir gezi düzenler. Bu faaliyetlere daha çok Risale-i Nur’u yeni tanıyan kişileri götürmeye çalışırlar. Çocuklara, öğrencilere özel ilgi ve programları var. Ama bizde bu tür çalışmalar yok. Olmadığı gibi ihtiyacı olan gelir deniyor.” Evet, mail böyle. Durum net anlaşılıyor.

‘Risale-i Nur, müşterileri aramaz, müşteriler onu aramalı, yalvarmalı…’ Risale-i Nur’da geçen bir cümledir. Bu cümle elbette Nurları neşretme, tanıtma, yayma faaliyetini ortadan kaldırmıyor. Böyle bir anlayış adetullah kanunlarına da zıttır.

Konuyla ilgili akla gelen soruyu ortadan kaldıran görüntüler, elbette Nurun kahramanları olan ağabeylerin hayatlarıdır. Onların nasıl bir hayat yaşadıkları bilinirse, sanırım böyle bir soru da akla gelmez.

Özellikle Zübeyir Ağabeyin ciddî bir uğraş içerisinde gerek resmî çalıştığı iş yerlerindeki arkadaşlarına Nurları anlatması ve hizmete insanlar kazandırması ve gerekse günlük hayatta karşılaştığı bütün insanlara bir vesileyle hizmetlerden bahsetmesi tam bir hayat hâli ortaya koyuyor.

Zübeyir Gündüzalp’in hayatından bir kesit olan, satırlara yansımış sadece bir görüntü bile sorumuzun cevabını fazlasıyla içinde taşıyor. Hayatı hizmet heyecanıyla geçmiş bir kahramanın elbette bizim hayatlarımıza da ciddî katkıları olacaktır. “Okudukça imanımın kuvvetlendiğini, bu iman kuvvetiyle de cesaretimin artarak din düşmanlarının kuvvetsiz mahlûklar olduğunu hissediyor, onlara karşı başım dikleşiyor, göğsüm kabarıyordu. Ruhum İslâmî celâdetle şahlanıp, imanı kurtarmak hizmetinde oradan oraya koşuyordum.” (Zübeyir Gündüzalp, s. 27) Evet, buradaki ‘İmanı kurtarmak hizmetinde oradan oraya koşmak’ kavramı iyi anlaşılmak durumundadır.

İmanı kurtarmak hizmetinde koşulmamış, ulaşılmamış insanlar elbette kendilerine ulaşan ehl-i dalâlete kapılmaktan kendilerini kurtaramayacaklardır. Peygamberimizin (asm) etrafındaki sahabelerin nasıl bir hayat hali içerisinde oldukları da, akla gelen bu soru için bir cevap niteliğindedir.

İlim öğrenmek ve öğretmek yolunda, dünyasını feda etmiş kahramanlar topluluğu, bugün gelinen noktada İslâm’ın yayılmasının en temel dinamiğidir.

Allah’ın bir kanunudur ki, ‘İnsan için ancak çalıştığı kadar vardır.’

‘İnsanların en hayırlısının insanlara en çok faydalı olan’ olması da, yine oturup beklemeyi, durağanlığı, tembelliği yok eden bir hayat metodudur.

İnsanlara Nurların, hizmetin anlatılması, hizmet mekânlarının öğretilmesi, hizmetin neşriyatının sergilenmesi ve dâvetler yapılması ve bu noktada ciddî bir çaba içinde olunması, bir cihad değil de nedir?

Maddî cihad şu an sözkonusu değil, o zaman manevî cihad ‘anlatmak, paylaşmak’ değil midir? Bizimle, hizmetlerimizle-–tanışma vesilelerimiz olduğu halde—bir şekilde tanışmamış, bir şekilde bir teması olmamış insanların, ruz-i mahşerde, ‘Neden bana bahsetmedin?’ sorusu karşısında vereceğimiz cevap ne olacaktır veya hangi bahanemiz geçerli olacaktır?

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*