Rabbimizin Nimetleri Saymakla Bitmez

Bir düşünelim, bir bakalım hele. Dün neredeydik, bugün nerede… Zelzele günlerini hatırlayalım. Daha da gerisine, gidebildiğimiz yere kadar gidelim. “Ne olduk” demeyelim, “ne olacağız” diyelim. Günbegün ağacın başındaki bir meyve gibi olgunlaşan hayatımız, dört bir yandan akıp gelen nimetler. Neler de neler… Saymakla bitmez.

Rabbimizin bize ihsan ettiği nimetleri şöyle bir düşünüp hatırlamaya çalışıyoruz. Sonunda ellerimiz iki yana düşüyor, mahcup oluyoruz. Nerede Rabbimizin bize yaptığı iyilikler, nerede bizim ona karşı şükrümüz… Aciziz, fakiriz. Her nimetin sahibinin O olduğunu unutuyoruz, gafletliyiz. Rabbimizin nimetlerini saymakla bitiremeyiz.

Hangi birini sayalım ki? Bizi bir insan olarak yaratmasını mı? Sıhhat ve afiyetle hayatımızı sürdürmesini mi? Her gün başımızdan kim bilir ne kazalar, ne hastalıklar geçiyor da haberimiz bile olmuyor.
Midemiz nerede? Böbreklerimiz nerede? Kalbimiz nasıl çalışıyor? Beynimiz niye kıvrım kıvrım? Onca bilgi onun neresinde? Bunca hatırladığımız her şey hafıza denen kutunun neresinde saklı? Kafamızın içinde neler var? Aklımız nasıl bir şey? Hele de vicdan denen duygu… Mahiyeti, içyüzü nedir acaba? En önemlisi de ruhumuz. O nasıl bir şeydir?  Bilemiyoruz. En doğru sözü “bilemiyoruz” demekle söylemiş oluyoruz. Ama bu bilememek, şüphesiz ki onların Rabbimizin bize bir armağanı, bir hediyesi olduğunu bilmemek, bunları hiç düşünmemek mânâsına gelmiyor. Her nimeti O’ndan bilmeliyiz. Evet, her nimeti O’ndan biliyoruz. Rabbimizin nimetlerini saymakla bitiremiyoruz.
Saçımız uzuyor, haberimiz yok. Tırnağımız büyüyor, ondan da haberimiz yok. Dallarda meyveler bizim için olgunlaşıyor, yapraklar sararıp soluyor, haberimiz yok. Elimizden yere düşen bir şeyi eğilip alırken, kim bilir kaç kasımız hareket ediyor… Tebessüm ederken de yine öyle. Kim bilir kaç kas devrede? On kiloyu diyelim, kolumuzla kaldırıyoruz. Peki, kolumuzu neyle ve nasıl kaldırıyoruz? Ruhumuzla… Bundan da haberimiz yok. Rabbimizin nimetlerini saymakla bitiremeyiz. Hangi birini sayalım ki?
İnsanın hakikî vazifesi ne? Yaratılıştaki harikalığı görmek, Rabbinin yeryüzünde şahitliğini yapmak değil mi? “Eşhedü en lâ ilâhe illallah” demek değil mi? “Görevimin başında mıyım?” diye sormalıdır insan kendisine.
Evet, saymakla bitiremeyeceğiz demek, o nimetleri hiç düşünmemek ve onların üzerinde tefekkür etmemek demek değildir.
Rabbimizin nimetlerini yâd etmeliyiz.
“Ve emmâ bini’meti rabbike fehaddis”
“Fakat Rabbinin nimetini anlat da anlat.” (Duhâ Sûresi, 11. bkz. Elmalılı Hamdi Yazır)
Âyet-i kerime, bizi bu noktada uyarıyor. Allah’ın üzerimizdeki nimetlerini sahiplenmeye kalkmamamız için bizi tefekküre ve şükre dâvet ediyor. Bir nimete sahip olmak başka şey, o nimeti sahiplenmek başka şey. Şükreden insan, nimetin kimden geldiğini göstermiş oluyor. “Sahibi ben değilim, Rabbimdir” diyor.
Nimetleri kendinden değil, Allah’tan bil. O nimetleri O’ndan bil. Gönlündeki kederi sil. İşte âyet bize bu dersi veriyor. Yâd et ve hatırla ki, ağzından en güzel cümleler dökülsün. O sözler Allah’ın sana vermiş olduğu nimetlerin takdiri olarak görülsün. Hatta o güzel şükür cümleleri bu nimetleri öyle bilmeyenlere de bir ders ve ibret olsun.
Evet, bir okulda görevini hakkıyla yapan bir öğrenci, okuldaki dersine çalışmayan, ödevini yapmayan bütün öğrencilerden bile üstündür. Tembel ile çalışkan bir değildir. Bir mü’min de görevlidir. Dünyada bunun için vardır. Rabbinin nimetlerini anmakla ve hatırlamakla görevlidir.
Yüz yirmi dört bin peygamberin içinden sadece birine, Fahr-i Kâinat Efendimiz’e (asm) ümmet olmamız bile, asla ve asla ödeyemeyeceğimiz bir nimettir. Bir başka çağda değil de, bu devirde yaşıyor olmamız da bir nimet değil midir?
Kediler âleminde fare değil de insan olarak yaratılmışız. Bir tutam maydanoz değil de şerefli bir insan olarak yaratılmışız. Niye? Her halde bu nimetleri sahiplenelim diye değil; Allah’tan bilelim diye. Nimetler ganimet değildir. Sahiplidir. Sahibi bellidir. Bizde ne var ise ondan bi emanettir.
Sorular ne kadar uzarsa uzasın, bunları düşünmek de bir şükürdür. Cenâb-ı Hakk’ın sonsuz rahmetinden, sonsuz kereminden her insan kendi hayatına düşen nasibe bir baksa, kim bilir, eda etmesi gereken ne nimetler ve ne şükürler içinde yüzdüğünü görecek…
En küçük bir nimetin, en küçük bir hediyenin kim gönderirse göndersin, kimin eliyle gelirse gelsin, Allah’tan geldiğini bilmek ve sevinmek ne kadar da önemli. Allah’tan geldiğini bilince nimetin küçüğü olur mu? Sevgili’den gelen her şey kıymetlidir. Bizi gerçekten seven ve sevdiğini verdiği nimetlerle gösteren, O’ndan başka kim olabilir ki?
Bazen bir çiçeği bile sevdiğimiz bir kişi gönderdi diye atmaya kıyamıyoruz. Solsa da, pörsüse de saklıyoruz. Ya bir de o çiçeği, o kişinin eliyle bize Allah’ın gönderdiğini bilsek, sahib-i hakikisinin O olduğunu bilsek, her halde hiç kıyamayız koparmaya ve koklamaya.
O’ndan bilince, her şeyin her şeyle alâkasını da düşünmemiz gerekir. Burnumuz sadece bulunduğu yerde güzel değildir. Estetik açıdan da güzeldir. Yaptığı görev de güzel. Ayrıca üst üste gelmiş hücreler topluluğu da değildir. Harika bir kalıptan çıkmış gibi tezyinatlı ve sanatlıdır. Tek bir organımız için bile kaç tane şükürle görevliyiz, bir düşünelim hele.
Kokladığımız çiçek güzel. Koklayan burun güzel. Burnun arkasındaki ruh güzel. Bütün bu iç içe geçmiş sarmal güzellikleri kim verebilir ki O’ndan başka? Her nimet O’ndandır. O’ndan olduğunu bilmekle manevî bir şükür yapmış oluruz.

Akıl fikir ermez sırr-ı Subhan’a
Nasibi ne ise, vermiş insana
Nasibin de vardır elbet nasibi
Tefekkür ve şükür yakışır sana

Saymakla bitiremeyiz Rabbimizin nimetlerini. En başta bu çağda, bu dönemde hayatta oluşumuz. Sayısız ihtimaller arasından bu ülkede, bu şehirde yaşayışımız ve Kur’ân’ın nurlarına muhatap oluşumuz…
Evet, belki birçok arzularımız, ihtiyaçlarımız vardı, ama en büyük ihtiyacımız ki imandır, Kur’ân’dır, ebedî hayattır ve Resulullah’tır (aleyhi elfü elfi salâtin ve selâm). Onları hiç kimseden esirgememiş Rabbimiz. Herkese en yakın bir mesafede tutmuş. Arayan, buluyor. Dileyen, ulaşıyor. İçinden gelen seslere ve sinyallere doğru cevaplar veren, O’na yaklaşıyor. İmdat isteyen herkese bir yardım eli ulaştırılıyor.
Hiç kimse mahrum bırakılmıyor. Ne dağın başındaki bir koyunun ayağı incinse unutuluyor, ne ağaçların tepesindeki bir yaprağın rızkı, ne de bir tırtılın. Ne bir meyvenin, ne de bir yıldızın, ne de berzahtaki ruhların, duâya ve rızka muhtaç olanların, hiçbirisinin hiçbir şeyi unutulmuyor.
Bir bakıma her şey bizim için var, bizim için yaratılmış.
Her şeyi mükemmel, beş yıldızlı bir otel düşünün. İçinde kalan, yaşayan yoksa, o otel, otel olmaktan çıkıyor, viraneye dönüyor. Oranın otel olması, ancak müşterilerinin varlığıyla, orada kalan misafirlerle bir değer kazanıyor.
Dünya da aynen o beş yıldızlı otel gibi. Her şey, ama her şey insan için. Bütün bu konfor, insan lâyıkıyla istifade etsin, en güzel şekilde yaşayıp Rabbine şükretsin diye. Allah’ın nimetlerini tatsın, ebedî hayattaki asıllarına talip olsun diye. Maddî ve manevî istifade edip, Rabbinin ona cennette vaat ettiği ebedî nimetlere müşteri olsun diye yaratılmışlar.
Dünya bir misafirhane, biz de bekleme salonundaki yolcular gibiyiz. Bu salonun hemen ardından açılan kabir kapısıyla başlayacak olan o diyar, o ebedî âlem nasıldır kim bilir? Nasıl güzelliklerle çevrilidir orası, kim bilir?
İşte Allah’ın dünyası, böyle bir dünya. “Biz dini severiz. Dünyayı da yine din için severiz.” (Hutbe-i Şamiye, 97) diyen Üstadımız, dünyaya ne güzel bakıyor. Ahiret nokta-i nazarından bakıldığında, dünya ne güzel bir konumda bulunuyor.
Allah’ın verdiklerini saymaya başlasak, vermediklerini saymaya sıra gelmez, ömür biter.
Dünyadaki her nimet, eninde sonunda gelip insanda karar kılıyor. Devenin önündeki diken de bizim rızkımız, ineğin önündeki saman da, yem de. Koyunun önündeki ot da, tavuğun gagaladığı toprak da. Hepsi bizim rızkımız. Neticede soframıza yumurta olarak dönüyor, süt ya da bal olarak dönüyor, et olarak dönüyor. Bize gönderiliyor.
Bakar mısınız Rabbimizin şu ikramına ve iltifatına… Bizi en şerefli bir misafir olarak ağırlıyor. Diğer misafirlerin yediklerini bize yedirmiyor. Bizim yiyeceğimiz, ise ancak onların ürettikleri oluyor. En üst mertebeden bir ağırlanma ve iltifat değil mi bu?
Her şeyden önce, “İnsan yediğine bir baksın!” (Abese Sûresi, 24)
Evet, insan zenginliğini parayla ve malla ölçtüğü zaman fakirdir. Bu nimetleri Allah’tan bildiği zaman zengindir.
İnsanın bedeninde bir operasyon yapmak için, onu bayıltmak gerekiyor, ama ruhunda yapmak için, onu ayıltmak gerekiyor. İbadet ve şükür ruhun uyanışıdır.
Rabbimizin nimetlerini saymakla bitiremeyiz. Oturup düşünelim. Bir kenara da not alıp bakalım. Sadece bir gün değil, bir saat içerisinde ne gibi nimetlerle kuşatılıp donatıldığımızı, bir ince hesap edelim de bakalım, hayretler içinde kalacak mıyız, kalmayacak mıyız?
Rabbimizin nimetlerini saymaya var mısınız? Şükrümüzü arttırmaya var mısınız?
“Hem anla ki, bu hayat madem kâinatın en büyük neticesi ve en azametli gayesi ve en kıymettar meyvesidir; elbette bu hayatın dahi kâinat kadar büyük bir gayesi, azametli bir neticesi bulunmak gerektir. Çünkü ağacın neticesi meyve olduğu gibi, meyvenin de çekirdeği vasıtasıyla neticesi, gelecek bir ağaçtır. Evet, bu hayatın gayesi ve neticesi hayat-ı ebediye olduğu gibi, bir meyvesi de, hayatı veren Zât-ı Hayy ve Muhyîye karşı şükür ve ibadet ve hamd ve muhabbettir ki, bu şükür ve muhabbet ve hamd ve ibadet ise, hayatın meyvesi olduğu gibi, kâinatın gayesidir.
Ve bundan anla ki, bu hayatın gayesini “rahatça yaşamak ve gafletli lezzetlenmek ve heveskârâne nimetlenmektir” diyenler, gayet çirkin bir cehaletle, münkirâne, belki de kâfirâne, bu pek çok kıymettar olan hayat nimetini ve şuur hediyesini ve akıl ihsanını istihfaf ve tahkir edip dehşetli bir küfran-ı nimet ederler.” (Lem’alar, 324)
Bir kıssa:
Yahya bin Muaz’a:
“Fakirlik ve zenginlik nasıl bir imtihan sebebidir?” diye sorarlar.
Şöyle cevap verir:
“Kıyamet gününde fakirlik ve zenginlik tartılmayacak. Fakirliğe ne kadar sabredebilmiş, zenginliğe ne kadar şükredilmiş ise o hesap edilecektir. Mesele çok fakir veya çok zengin olmak değil, çok sabretmek ya da çok şükretmektir. Şükrün özü özeti de namazdır.”
Dünya öyle bir hale geldi ki, yoksullar parasız ne yapacaklarını, zenginler de parayla ne yapacaklarını bilemez oldu artık. Yarını düşünürken bugünün nimetlerini unuttuk.

Dünya malı tuzlu bir su gibi. İçtikçe artıyor susuzluğumuz.
Hamd, şükür ve tefekkür ise tatlı bir su gibi. İçtikçe azalıyor susuzluğumuz.
Okuyup anlamak, anlayıp anlatmak ve yaşamak da bir nimet.
Rabbimizin nimetlerini saymakla bitiremeyiz.

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*