Barla Dağlarında bir Garibuzzaman

GÜNÜN TARİHİ: 23 MART 1960

Bundan yirmi beş sene kadar evvel ziyaret edip dağlarında çadır kurduğumuz Barla, fikir ve ruh âlemimde pek derin izler bıraktı. O günlerde satırlara döktüğümüz duygu ve düşüncelerimizin bir kısmını, Üstad Bediüzzaman vefat yıl dönümü vesilesiyle bugün sizlerle paylaşmayı arzu ettik. Van’dan Barla’ya olan o hikmetli hicreti aşağıdaki şekilde dile getirmişiz.

Erek Dağı’nda inzivaya çekildi, Bediüzzaman. Bir yalnızlık aradı. Bakiye-i ömrünü buradaki mağaralarda tamamlamak istedi.

Lâkin, murad-ı İlâhî başkaydı. Kader ağlarını başka türlü örmüştü. Bîçare Said’i yeni bir hayat, yeni bir hizmet, yeni bir dünya bekliyordu.

O, beşerin değil, kaderin mahkûmuydu. Kader, şefkat kırbacını sallamıştı bir kere. Tedbir boşunaydı. Göç devam edecekti. Ama, bu defaki göç bir başkaydı: Şarktan garba doğru bir yolculuktu. Erek Dağı’ndan Barla Dağlarına uzanan bir sevkiyat, bir tebdil-i mekândı bu.

Erek Dağı’ndan bakınca Van Gölü, Barla Dağı’ndan bakınca da Eğirdir Gölü bir mavi atlas gibi şekillenirdi. Hangi gurbet, neresi vatan-sıla, kestirmek zordu. Yoksa, gurbet ile sıla yer mi değiştirecekti. Kim bilir, belki de…

Yeni mekân, yeni mesken yine yüksek dağların yamacıydı.

Acep ne vardı bu mekânlarda? Bu garip dünya misafiri, ne arıyordu bu yüksek menzillerde? Neden “Yıldız Sarayına değişmem” diyordu, ağaç dalları arasındaki o ahşap kulübecikleri? Bunun sırr-ı hikmetini yine Garibuzzaman’a sormalıydık:

Ey yüksek dağların garip sâkini!

Bize de söyle bu mekânların-menzillerin esrârını?

Ey dağlarda şifâlı meyveler derleyen asrın hekimi!

O ilâçlardan bize de gönder, bize de sun ki, yaramıza merhem olsun.

Diyorsun ki, “Dağ ağacının kırmızılanmış meyvesinden topladım. Hazmı zordur, lâkin şifalıdır.”

Gönder, ey tabip gönder. Zira, bizler ona muhtacız, müştakız.

Dağlar onu çekti; çünkü, o dağlara sevdalıydı.

Dağlar hürriyetin mutlak meydanı; o ise, hürriyete meftun bir dâvâ adamıydı.

Dağlarda ekmek bulunmazdı belki; ama, o zaten şöyle demiyor muydu: “Ekmeksiz yaşarım, hürriyetsiz yaşayamam.”

Ekmekten önce hürriyet… İşte, yüksek dağların engin câzibesi.

Yeni mesken, Barla’nın Dağları olmuştu şimdi. Meşhur misafir, bilhassa 1930’lar çoğu kez yapayalnız geziyordu, şu garibane dağlarda.

Saidü’l-Meşhur’du o:

– Yüzlerce talebeye ders vermiş;

– Binlerce milis kuvvetine kumandanlık yapmış;

– Şehitler arasında tefsir yazmış;

– Harp cephesinde gazi olup esir düşmüş;

– Nice kitaplar telif edip meccânen dağıtmış;

– Hürriyet Meydanını dolduran kalabalıklara hitap edip nutuk çekmiş;

– İsyana kalkışan taburları itaate sevk etmiş

– Ayasofya’da kitlelere seslenip vâz û nasihatte bulunmuş,

– İdam sehpaları gölgesinde bile “Yaşasın, zalimler için Cehennem” diye haykırmış korkusuz bir şahsiyet idi;

Ama, 1930’larda yalnız, yapayalnız kalmıştı Barla’nın Dağları’nda.

Garipti, gurbetteydi, ihtiyar ve kimsesizdi. İnsanlarla görüşüp konuşması yasaklanınca, dağlar ona kucak açmıştı.

“İnsten tevahhuş, vuhuşa ünsiyet ettim” diyerek, vahşi mekânları, vahşi insanlara tercih etmişti. (4. Mektup)

Evet, sıradan bir kimse değildi. Ama, yalnız ve kimsesiz kalmıştı şimdi.

Bazen konuşacak, dertleşecek bir tek insan bulamaz; bir tek insan yüzü göremezdi, günler, haftalar boyu.

Gün doğar, gün batardı; ne gelen olur, ne giden vardı. Şu garibane dağların garip misafiri, gurbet içinde gurbeti yaşardı: Köyünden, sılasından uzakta, kardaştan bacıdan habersiz. Dostlarından, talebelerinden ayrı düşmüş, Barla’dan da uzakta, gecenin bağrına düşmüş. (6. Mektup)

Barla Dağlarında gezer, seyrân ederim

Takdire boyun eğdim, böyle mahzun giderim

Derd û elemimi gider Katran’a dökerim

Çam Dağı’ndan dünyaya haykıracak haldeyim

Gelincik Dağı’ndan serin bir rüzgâr eser

Issızlık, sessizlik kâbusu üstüme çöker

Kapıdağ’ın ardındayım, Tepelice Çam derler

Kaynar içim, volkan gibi patlayacak haldeyim (Ezân-ı Muhammedi’nin de yasaklandığı 1930’lar Türkiye’sinde…)

Bir gariplik, bir sessizlik, bir hüzün çökmüştü Barla karyesine. Nice zamandır ne bir mektup, ne bir haber vardı Üstad Bediüzzaman’dan.

Barla Dağlarını mesken tutmuş olan bu aziz misafir, acaba şimdi ne haldeydi? Neler düşünüyor, neler hissediyordu, o vuhuşa ünsiyet ettiği mekânlarda?

Gün doğar, gün batarken Barla’da, mahzun gönüller intizar ediyor, yaşlı gözler yollarda:

Çam Dağından esen yeller

Zikir arkadaşı dallar,

Üstad´a muntazır yollar

Gelecek deyü Barla´da.

Çam Dağı’ndan esen yeller dile gelmiş, Üstad’ın şu mektubunu terennüm ediyordu: “Gayretli kardeşlerim, hamiyetli arkadaşlarım ve dünya denilen diyar-ı gurbette medar-ı tesellilerim,

Madem, Cenâb-ı Hak, sizleri fikrime ihsan ettiği mânâlara hissedar etmiştir; elbette hissiyatıma da hissedar olmak hakkınızdır. Sizleri müteessir etmemek için, gurbetimdeki firkatimin ziyade elîm kısmını tayyedip bir kısmını sizlere hikâye edeceğim.

Şöyle ki: Şu iki üç aydır pek yalnız kaldım. Bazen on beş yirmi günde bir defa misafir yanımda bulunur. Sair vakitlerde yalnızım. Hem yirmi güne yakındır dağcılar yakınımda yok dağıldılar.

İşte gece vakti, şu garibâne dağlarda, sessiz, sedasız, yalnız, ağaçların hazinâne hemhemeleri içinde, kendimi birbiri içinde beş muhtelif renkli gurbetlerde gördüm.”

Ey Barla Dağlarının aziz misafiri! Yine kendini değil, kardeşlerini düşünmüşsün. Onları ziyade üzmemek için, çektiğin şiddetli elemi gizleyip halini öyle hikâye etmişsin.

O firkatin, o gurbetteki yalnızlığın ziyade elim kısmını yazmamışsın.

Belli ki, kurda-kuşa arkadaş olmuş, bir dost, bir tanıdık yüzü görmeye hasret kalmışsın. Gurbetliğin acısını, yalnızlığın dehşetini yaşamışsın günlerce, haftalarca, aylarca…

Mevsim yazdan Güz’e dönmüş, dağcılar-yaylacılar köylerine dönmüş, ama sen yine de dönememişsin, bu dağlardan, ey çilekeş!

Dağlar sana, sen dağlara ne kadar da bağlanmışsın…

Barla Dağları boşalmış, bir tek sen kalmışsın, kurumuş otları savrulduğu tepelerde.

Ve, yine sen varsın, sağanak yağmurların boşaldığı çam, katran, ardıç ağaçlı yamaçlarda.

Esen soğuk rüzgârlar, gelen kışın habercisi; senden ise, hiç haber yok.

Dağları mesken etmiş, eleminle başbaşasın. Ve, çektiğin elemi söylemezsin yine de.

Benimse içim yandı, yüreğim köz köz oldu. Hayalim ulvî hüzünlere daldı, ey gönüller fatihi.

Düşünmeden edemedim ki, yaz güze ve güz kışa tebdil olurken, iki-üç ay süren o pek yalnızlık ve kimsesizlik içinde, başını koyacak bir yastığın, üzerine örtecek bir yorganın var mıydı acaba? Var mıydı altına serecek bir döşeğin?

Sordum canlı şahitlere, bunların hiçbiri yoktu; bunların hiçbiri yokmuş, ey yanan yüreğim…

Uyurken, uyurken, acaba hangi taşa, hangi kuru dala yasladın garip başını?

Acaba uyuyabildin mi, o uzun-ıssız gecelerde?

Ve, ne yer, ne içerdin, günler-haftalar birbirini kovalarken?

Ekmeksiz, katıksız, aşsız nasıl yaşadın, o yaşanılmaz dağlarda?

Ey bu dağları yalnız başına gezmiş garip seyyah!

Senin yaşadığın halleri bir nebzecik olsun anlamak ve hissiyatına hissedar olmak için geldim bir zaman, gezdim bu dağlarda. Hayalim yıllar öncesine gitti. Yalnızlığın, kimsesizliğin derin acısını, garipliğin-gurbetliğin en katmerli derecesini hissettim. O geniş tenhalarda giderek küçüldüğümü, derin vadilere bakan tepelerde bir nokta kadar ufaldığımı gördüm, acziyetimi anlamaya başladım.

Kime gideydim, kime yanaydım derdimi?

Yoksa şu garibane dağlar, bana dert ortağı mı olacaktı?

Gurbet üzerine söylenmiş, dağlar üzerine yakılmış şiirler, türküler resm-i geçit yaptı hayalimde birer, birer…

Ben de şu gurbetin nesine geldim?

Seherde bülbülün sesine geldim.

Duydum, Üstadım şu dağlarda kalmış,

Ben de onun izini sürmeye geldim.

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*