Bediüzzaman’a kulak asmak

Kulağına fısıldananlarımız var..

Kulağı çekilenlerimiz var..

Olur olmaz şeylere kulak kabartanlarımız var..

Var ha var..

Ama aslolan kulak asmaktır. Kime? Neye?

Elbetteki bu Ahirzamanda Peygamber varisi olan zata ve onun Kur’andan ilhamen yazdığı Risalelerine!

Bu devirde ona kulak asmayan âlimler, müfessirler ve bilim adamları da büyük ziyandadırlar.

Son devrin Kur’an müfessirlerinden Ömer Nasûhi Bilmen, “Bediüzzaman’ın eserlerinde neden bu kadar te’sir olduğunu soran öğrencilerine şu cevabı vermiştir:

“Evladım, biz müellifiz. Bir mevzuu araştırır, o husustaki bilgileri toplar, bir nizam içinde düzenler, yazarız. Fakat Bediüzzaman böyle değildir.

O, ilhama mazhardır. Onun kulağına yukarıdan fısıldayan var. Biz ise, kendi emeğimizin mahsulünü, derleyip toplayıp yazıyoruz. Bu sebeple, bizimki böyle olur, onunki de öyle olur.”

Mesela Bediüzzaman’ın bir tek Hutbe-i Şamiye’sine, bir tek Münazarat’ına devletçe ve milletçe yüzyıl öncesinden kulak asılsaydı; Doğu’muzda, Güneydoğu’muzda ve Ortadoğu’muzda bu durumlara düşülür müydü? Kesinlikle hayır! Çünkü o, görerek yazıyor, yazdığını yaşıyor veya yaşadığını yazıyordu. Allah’ın izniyle hayata geçirilmesi kesinlikle kabil olan şeylerdi; onun yazdıkları, konuştukları ve hayatına tatbik ettikleri..

Hal böyle olunca; yani Üstad Said Nursî, memleketin halini, âlemin ahvalini görerek ve hayat üniversitesinden aldığı derslerle bir tıp laboratuvarında incelenmiş gibi sunduğu reçeteleri milletçe ve devletçe hayata geçirebilmek; ancak inanmakla, kabul etmekle ve hayatlarımıza yansıtmakla olurdu ki, biz bundan uzak kaldıkça, huzur ve sükûnet bizden uzaklaşıyor. Bugün yaşadığımız çıkmazlar ve çaresizlikler tam da Bediüzzaman’a kulak asmamanın, ona inanmamanın ve onun fikirlerini kulak ardı etmenin göstergesi değil de nedir?

Ki Üstad’ın, dahilde ve Âlem-i İslam mabeyninde muamele hususundaki hükmü de kesindir:

“Biz ferec ve ferah ve sürur ve fütuhat isteriz; fakat kâfirlerin kılıcıyla değil! Kâfirlerin kılıçları başlarını yesin.”

Buradaki “kılıç”tan murad savaştır, “maddî cihad” diye de tabir edebiliriz. Hz. Üstad manevî cihadı, yani Kur’an nurlarıyla hizmet-i imaniyeyi daha öncelikli gördüğü için, tercihini bu yönde kullanıyor. Dahilde cihad manevî olur, maddî olursa büyük zararlara kapı açar.

İslam Âlemi bizim için dahilden sayılır. Irak, Suriye bizim için iman ve İslamiyet noktasında dahilden sayılır.

Evet, biz de yeri geldikçe dahil oluruz, olmalıyız. Oralara uzanan hain elleri kırmak, oralara dikilen hain gözleri, iman nurlarının parlaklığıyla kör etmek için oralara dahil oluruz. Ama maddi kılıçla değil. Ki ne güzel de dahil olmuştuk zaten.

1911 yılında Bediüzzaman Said Nursî’nin Suriye’nin başkenti Şam’da okuduğu meşhur hutbesini konu alan sempozyum; Türkiye, Suriye, Katar ve Suudi Arabistan’dan bir çok din önderi, bilim adamı ve siyasetçinin katılımıyla 2008 yılında Şam’da gerçekleşmişti.

Suriye Diyanet İşleri Bakanı Prof. Dr. Abdussettar Assayad’ın katkılarıyla gerçekleştirilen sempozyuma Assayad ile birlikte Suriye Müftüsü Ahmed Bedreddin Hassun, büyük din alimi Ramazan El Buti, Katar’dan Ali Muhiddin Karadai, Arabistan’dan Musa Şerif gibi din alimlerinin yanı sıra bir çok din adamı ve siyasetçi katılmıştı. Türkiye’den de Risale-i Nur talebeleri ve Üstad’ın kadim hizmetkârları katılmışlardı.

Yine 2011 yılında, yani Bediüzzaman’ın Şam hutbesinin 100.cü yılında Yeni Asya’nın organize ettiği program Şam’da gerçekleşmiş, iki ülke arasında manevî köprüler oluşturulmasına ve İslam Âlemine güzel ve müsbet mesajlar verilmesine çalışılmıştı..

Ve Türkiye-Suriye hükümetleri arasında da göz kamaştıran ve düşman çatlatan çok güzel bir diyalog ve ittifak vardı.

Bu Koronavirüs döneminden sonra yeniden Bismillah diyerek aynı minval üzere görüşmelere zemin ve imkân arama çalışmalarına ne derler devletlülerimiz acaba?

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*