Şükran Çalışkan da o bahtiyar ailenin bir ferdi.
Yaşadığı Eskişehir’de onu ziyarete gittiğimizde hatıralarını dinlerken küçücük bir kız çocuğunun dünyasında Bediüzzaman Hazretlerini tefekkür ettik. Önce ikiz kardeşlerini dünyaya getirirken annesinin, ardından da ablasının vefatını gören küçük Şükran bunalıma girdiğinde babası onu teselli etmek için çok çabalar. Üstadı ziyaretlerinde kızını da yanında götürür. Önce öksüz, ardından yetim kalacak olan bu küçük kızı Bediüzzaman Hazretleri şefkatle teselli eder…
Şükran Çalışkan aradan geçen onca yıla rağmen hatıralarını o kadar net ve detaylı şekilde anlatıyor ki, onu dinlerken hayalinizde sanki bir filmin sahneleri kare kare canlanıyor.
Sohbetimizin sonunda temiz bir bohça içinde itina ile sakladığı Üstadın eşyalarını bizlere gösteriyor: Üstadın kıyafetleri, kullandığı havlusu, ilâçları, kalemleri, traş olduğunda muhafaza edilen kınalı az uzun saçları…
Şükran Çalışkan’ın hatıralarından bir bölümünü aktaralım:
ÜSTADIN KEDİLERİ VE TESELLİLERİ
1938 doğumluyum. Üstad Hazretleri Emirdağ’a 1944’te geliyor. Gelişini hatırlıyorum. Altı yaşındaydım o zaman. Ablam beş yaş büyüktü benden. “Ben bir hoca gördüm. Şimdiki hocalara benzemiyor” diye babama anlatırdı. 14 yaşında vefat etti. “Abla o hocayı bir de bana göster” diyordum. “Nasıl göstereyim? Çarşıda karşına birden çıkıverir” derdi.
Üstad Hazretleri bizim aile büyüğümüz gibiydi. Ne işi olursa olsun çoluk, çocuk, amcalarım, yengelerim yapmaya çalışırdık. Babamla onu ziyarete gitmiştik bir defasında. Tekrar beraber gitmeyi çok isterdim. “Hadi baba, bir daha Üstada gidelim” derdim. Babam “Her zaman olmaz” derdi.
Yedi yaşındayken annem, iki sene sonra da ablam vefat etti. İkisinin vefatı beni çok sarstı, bunalıma girdim. Babam tekrar evlendi.
Bir Kurban Bayramı günüydü. Babam “Kızım, Hoca Efendiye yemek götürür müsün?” diye sordu. “Götürürüm baba” dedim. “Hadi annesi yemeği hazırla. Şükran götürsün” dedi. Yemeği yaptılar, tepsiyi hazırladılar gittim. Üstadın evi çarşıya yakındı. Baktım kapı kilitli. “Kırlara gitti!” her halde diye düşündüm. Üstad kabir ve kır gezilerini çok yapardı. Eve geri döndüm. Babam abdest hazırlıkları için kollarını, paçalarını sıvamış beni bekliyordu. “Tekrar gidersin!” dedi. Biraz sonra elime tepsiyi aldım gittim, kapı yine kilitliydi. Geri döndüm. “Yok baba! Üstad daha gelmemiş” dedim. Üçüncü kez gitmeye çekiniyorum. Babam da “Yine git!” diyor. Gittim. İçerden kapı açıldı. Boylu boyunca arkasında Üstad duruyor. Bana içerden “Bitişikte anahtar var, söyle de açsınlar kapıyı!” dedi. “Meğer evdeymiş” diye düşündüm.
Yan binadaki Sabri Efendiye gidip “Anahtar sizdeymiş. Kapıyı açacakmışsınız!” dedim. Sabri Efendi “Hoca yok!” dedi. “Evde, gelmiş” dedim. Oğluna sordu. Oğlu gidip kontrol etti. “Baba, Hoca gelmiş” dedi. Anahtarı verdi “Götür anahtarı, aç bari!” dedi. Üstad kapı açılınca, “Gel gir içeri. Kapıyı kilitle” dedi. Babam sıkı sıkı “Hareketlerine dikkat et. Sana soracağım” diye tembihlediğinden Üstadın her hareketini kontrol ediyordum. Abdest hazırlıkları için paçalarını, kollarını sıvamıştı. Ayak parmaklarından bir kısmının bitişik olduğunu gördüm. Ayaklarındaki takunyayı çıkarıp terlik giydi. O önde, ben arkada merdivenleri çıktık. Üstadın kedileri vardı. Miyavladıklarında yanımda köfte olduğundan saldırırlar diye korktum. Kedilere “Geri çekilin!” dedi. Beni de “Korkma! Onları doyurdum. Sana bir şey yapmazlar” diye sakinleştirdi. Tepsiyi elimden aldı. Masanın üzerine koydu. Annemin babamın adını sordu. Aslında önceden biliyordu. “Annemin adı Ayşe” dedim. “Siz kaç kardeşsiniz?” diye sordu. “Dört kardeşiz. Ablam vefat etti.” Derken ağlamaya başladım. “Ablamın adı Sıdıka Güngör, kardeşimin adı Kemal, öbürünün adı Gönül, benim adım Şükran” dedim. “Sen beni iki defa bulamadın değil mi? Sen geldiğinde ben kabir ziyaretindeydim. Güngör annesiyle dargındı” dedi. Üstad öyle deyince hafızam gerilere gitti. Gerçekten de ablam bazen babamla konuşurken “Anneme çok dargınım. Bizi bırakıp gitti” derdi.
Üstad “Merak mı ettin? Sen bizi niye bırakıp gittin diye kabrinde annene naz yapıyor ablan. Kurban Bayramı ya, anneni elini öptürdüm, barıştırdım onları” dedi.
“Bak annen üç kardeşinle orada, siz de üç kardeş babanızla buradasınız” dedi. Annem doğum sırasında ikiz kardeşlerimle birlikte ölmüştü. Ablam da sonradan vefat etmişti. Ağlıyordum. Üstad “Ağlamak yok!” dedi. “Peki, efendim ağlamak yok” dedim. “Bak! Getirdiğin aynı köftelerden burada da var!” dedi. Bir tanesini verdi. “İyi olur ye!” dedi. Çekindim. “Temizdir ye!” dedi. Bir tane daha yedirdi. “Yoğurt, bak aynısından burada da varmış!” İki kaşık yoğurt ikram etti. Bir tabak ev baklavası götürmüştüm. Aradı. “Ondan yokmuş!” dedi. Güldü. Ben de güldüm. Tepsiyi aldı masanın üzerine koydu. “Babanın adı neydi?” diye tekrar sordu. “Abdullah“ dedim. “Annenin adı?” “Ayşe” “Ablanın adı?” “Güngör” “Senin adın?” “Şükran”
Üstad hep dimdik durur, hep ileri bakardı. “Sen Şükriyesin. Senin adın Şükriye” dedi. “Kardeşinin adı?” “Kemal” “Kâmil, Kâmil” “Öbür kardeşinin adı?” “Emine Gönül” “Fena değil” dedi ve ekledi “Ağlamak yok, tamam mı? Ağlamak yok!”
Kutudan ezme şeker aldı bana uzattı. Bir kâğıt yırttı. Şekerleri alıyor, kâğıda korken de “Bu senin ayak kiran, bu da evdeki hissen. Bu babanın, bu kardeşlerinin, bu annenin…” diyordu. Analığıma iki tane koyuyor, sonra alıyor düşünüyordu.
Bu sırada Nureddin Ağabey geldi. “Kız sen nasıl, nerden girdin buraya?” diye yüzü pancar gibi kıpkırmızı olmuş soruyordu. Üstad “Sıkıştırma, çocuğu ben içeri aldım!” dedi.
Nureddin Ağabey artık sormadı, ama “Efendim o bir şeker fazladan!” dedi. Üstad “O bir, bu iki tane yiyecek. Bir tane fazladan” diye cevapladı. Şekeri koydu, kâğıdı kapattı. “Selâm söyle. Ağlama yok, tamam mı?” dedi. “Tamam efendim!” dedim. Merdivenlerden inerken kedilere baktım. Hâlâ Üstadın emrettiği gibi duruyorlardı. Babam sokağın başında beni bekliyordu. “Nerde kaldın?” diye sordu. “Bak baba size şeker getirdim. Anne bak sana iki tane, bana iki tane, kardeşlerime ve babama birer tane…”
Annem sevinçten ağlıyordu. Babam analığıma “Sana ne oluyor, niye ağlıyorsun?” dedi. Meğer annem üç aylık hamile imiş… Emin olmadığından o zamana kadar söyleyememiş.
Babam ölene kadar defalarca, sabah akşam bana bunu anlattırırdı.
KAVUN-BAL
Bir seferinde bostanda kavunlardan birini seçtim, ayırdım kenara. Sağlamca, Karaca kavunuydu. Babam “Ne yapacaksın? Yiyecek misin? Keselim mi?” diye sordu. “Yok, baba Hocaya götüreceğim!” dedim. “İyi ya!” diyerek yıkadı, kuruladı. Getirdiği beyaz kâğıda sardı. “Hazırlan! Abdestini al, başını ört, gidelim kızım!” dedi. Gittik, kapıyı Ceylan Ağabey açtı. “Buyur amca, sizi bekliyor” dedi. Babam içeri girince “Efendim Şükran’ın teberruu. Bunu özellikle size ayırdı.” dedi. Üstad bana baktı. “Maşallah, Barekâllah!” dedi. Babamla konuşmaya başladılar. Üstadın kedilerine bakıyordum. Ayrılırken Üstad yerinden kalktı. Yeşil sırlı, üstü deri ile kaplanmış bir bal tabağını babama verdi. “Götür! Çocuklar yiyecek!” dedi. Aldık. Üstad karşılığını vermediği hiçbir şeyi almazdı.
Bir sonraki gidişimizde de bir tenekenin içinden aldığı kaymaklı beyaz şekerleri vermişti. Babama “Hadi yine Üstada gidelim!” dediğimde “Her zaman olmaz!” derdi.
Daha çok sokaklarda oynarken onun faytonla geçtiğini görünce elini öpmek için arkasından koşardık. Araba hızlanırsa dururduk, yavaşlarsa koşar tek tek elini öperdik.
“ONUN KALP AYNASI CEBİNDE”
Babam hastalanmıştı. Elli gün hasta yattı. O zaman analığımdan da ayrılmışlardı. Bir gün “Hadi babaannenlere git biraz!” dedi. Babamı bırakıp gitmek olmazdı. “Sen gelirsen ben de giderim” dedim. “Tamam” dedi. Hazırlandı, beraber çıktık. O arkadaşlarına, ben babaannemlere gittim. Halam, babaannem babamı sorduklarında “Camiye gidecek, başı ağrımazsa buraya gelecek” dedim. Yengem, sonra kayınvalidem oldu. “Üstad, Keçeli’ye gidiyor. Hazırlanın gidelim!” dedi. Babaannem babamı beklemek için gidemedi. Ben de onlarla Üstadı ziyarete gitmek istedim. Bunu duyan arkadaşım Hamide “Çocuk mu avutacağız?” deyince çok üzüldüm. Onlar Üstadı ziyaret için çıktıktan sonra ağladım ağladım… Bir taraftan halama yardım için iş yapıyor, bir taraftan da ağladığımı belli etmek istemiyordum. Bir müddet sonra Üstadı ziyaretten geri döndüler. Fethiye Yengem “Hamide, Üstad seni niye kabul etmedi? Pek sinirlendi sana!” diye sordu. Keçeli’ye gittiklerinde Üstad “O kırmızı örtülü kim? Gelmesin!” demiş. Ağabeyler “Üstadım o Sultan Yengenin büyüttüğü evlâtlık” diye cevap verince “O gelmesin!” demiş. “Peki, o yalnız mı kalacak?” diye sorduklarında “Evet, o gelmesin. Onu kabul etmiyorum!” demiş.
Sultan Yengem “Yine ne tilkilik, ne ihanetlik yaptın ki seni kabul etmedi Üstad?” deyince Hamide pek bozuldu… Önce çok kırılmıştım arkadaşıma, ama sonra düşündüm onun yerinde ben olsaydım Üstadın yanına kabul etmeyişine ne kadar üzülürdüm. O kadar ağlamamın yersiz olduğunu anladım. Babamın iyileşmesi için duâ isteyecektim Üstaddan.
Eve geldim. Babam evdeydi. Bana ziyaretimin nasıl geçtiğini, neden Üstadı ziyarete gitmediğimi sordu. “Hamide’ye gücendim, ama onu kabul etmemiş Üstad. Gitseydim, ya beni de kabul etmeseydi çok üzülürdüm” dedim. “Gitseydin ne isteyecektin?” diye sordu. “Senin iyileşmen için duâ isteyecektim baba” dedim. “O zaten biliyor kızım hasta olduğumu. Onun kalp aynası cebinde” dedi…
Babam vefat etti. Biz üç kardeş, amcam Mehmet Çalışkan’ın evinde kalmaya başladık.
***
Üstad Hazretleri, amcalarının evinde kalan bu üç küçük öksüz ve yetimle de ilgilenir. Onların günlük tayinatını gönderir. O hatıraları da bir başka zamanda paylaşalım inşâallah…
Benzer konuda makaleler:
- Bir şefkat kahramanı: Şükran Çalışkan
- Hakkın rahmetine kavuşan Haticenur Ablamız
- Nefise Ablamıza Allah rahmet eylesin!
- Son şahitlerden Mustafa Ekmekçi dua bekliyor
- Bayram Ağabeyin şefkat ve feraseti
- Hamdi Yeşildağ’ın ardından
- Bir zehirlenme olayı
- Hüzün
- Risâle-i Nur’u nasıl tanıdım?
- Bir son şahit daha vefat etti
gülistan abla ALLAH RAZI OLSUN senden cok ibretlik hatıralar paylaşımlarınızı takip ediyorum ve sesli siteimzdede okuyorum hakınızı helal edin inş.