Hasret mi, onu bana sor!

– Bir hikayemiz var

On iki yaşındayım, ilkokula erken başlamıştım, babamın erken rahatsızlığı muhtemelen hayata erken başlamama sebep oldu, tıpkı ilk mektebe başladığım gibi. Şehrin kenar mahallesinin en ücra metruk diyebileceğim evi, zor belâ tutabilmiş ve aç bırakmayacak maaşlı bir işe de girmişti.

Ortaokulumun ilk yıllarında yatağa düşen babam, daha üçe geçmeden, o dünyasını değiştirmişti. Hurda toplayarak eve yardımcı olmayı, buraya geldiğimin ilk günlerinde başladım. Her çeşit hurdayı, yapabildiğim kadar ayırıp, hiç pazarlık bile etmeden hemen satıp, yolda, akşama yiyeceğimiz ekmeği de aldıktan sonra kalan üç beş kuruşu da anneme teslim etmek üzere eve dönüyorum.

O akşam eve yaklaşırken içim cız etmişti, ikincisini de annemden duyduğum söz ile. İlkini, yaklaşırken eve gördüğüm insan kalabalığı, babamın uzaklara gittiğini söylerken yaşamıştım. İkincisini de diğer dört kız kardeşimin geleceği için evlenmek mecburiyetinde kalıp, yeni kocasının ilk hanımından kalan iki kız çocuğuyla benimle beraber aynı evde kalmamın doğru olmayacağı gerekçesi ile beni dayıma emanet ederek, buradan ayrılan annemin “seni asla bırakmayacağım”, diye içimi sızlatan sesi idi, ne yazık ki!

Sokaklarda annelerinin elinden tutarak gidenleri gördükçe hüzünleniyor, ama diğer taraftan topladığım hurdaları arabaya istif ediyorum. Dayım, ilk günleri ne kadar sahip çıksa da garibin geçim sıkıntısı bir türlü bitmezdi. Annemlerin gitmesinin ardından edindiğim metruk villamda (!) kendime göre bir düzen kurdum, hayat devam ediyordu.

Bir gün Antalya’nın sokaklarında işim gereği çöp arabalarını kontrol ederken, kısaya yakın orta boylu Anadolu esmerinde, altmışına yakın bir amca, bana selâm verdi. İlk defa birisi bana selâm veriyordu, heyecanla ve kekeleyerek aldım. Şefkat sıcaklığını hissettiğim “Nasılsın evlâdım?” suali ise derinden titretti.

Hüseyin Hocam ile yıllar öncesi ilk tanışıklığımı doğrusu hiç unutamıyorum. Çorum’un öz evlâdı bu yiğit adam, beni o akşam dâvet etti evine. Yıllarını unuttuğum geçen zamanın sonunda bir anne elinden çıkan mis kokulu çorba, kuru fasulyeli bulgur pilavı ve yanında az acılı biber turşusu doğrusu beni çok derinlere götürdüğünü hâlâ andıkça yaşarım.

Bir akşamki sohbette; çocukluğunun ilk çağında ilim tahsili için baba ocağından ayrılan, bir ömür boyu andıkça ana hasretiyle yandığını hissettiğim Üstad Bediüzzaman’ın bahisleri geçti. Bu ıztıraplı hayat, bana çok ders verdi. O gün başlayan evlilik hayatımın başındaki şu dersi dinlerken, onlar hayatta iken öksüz ve yetim büyüyen çocuklara manen rahmet dileyerek, müstakbel evlâtlarımı manen de yetim bırakmamaya söz vermiştim, kendi kendime, sessizce.

Dört yıl sonrasında izini nihayet bulduğum anamın ziyaretine iki çocuğumuzla beraber ailecek gitmiştik. Zavallı anam! İki gözü iki çeşme! Nasıl da yakınıyor kendinden. Aslında çok iyi niyetli olan kocasının mahremiyet konusunda, yeterli bilgi sahibi olamaması, ona da bana da yılların acı hasretini yaşattı doğrusu. Gerçi, hâdiseler geçtikten sonra kaderimizde bunu yaşamak varmış, diye teselli bulmayı Hüseyin Hocamın Kader Risalesi kaynaklı nasihatlerinden hatırladıkça rahatlıyordum.

İkinci çocuğumu, ayağımda sallarken uyuduğunun farkına bile varamamışım, bu hayal gibi hatıraları anarken. Göz işaretimle yatağını açan Hanım, yana çekilerek oğlumu yavaşça yatırıyor ve derinden bir elhamdülillah çekiyorum.

İşte dostlar, bir garibin; sinema şeridinin ibretle geçen sahneleri gibi akıp giden şu hayat ve içerisindekilerin dününü yaşadınız doğrusu. Bugününü de yaşarken dünkünden herhâlde ders almalıyız. Hasret, bu hayatın içerisinde tarifi en zor hâllerdendir.

Sadece anaya mı, varın orasını da siz ayırın gayri!

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*