Hücrede tecelli eden mucizeler – 1

Dışıyla ve içindeki gizli hazineleriyle, İnsan denilen küçük kâinat sarayını incelemeye, araştırmaya, keşfetmeye ve o muazzam kitabı okumaya, anlamaya devam ediyoruz.

Bundan böyle insanın vücûd yapısı üzerinde bilgilenmeye çalışacağız.

Burada insanın organları itibariyle de; diğer canlılardan, ne denli farklı olduğunu ve çok zengin donanımlara, yeteneklere sahip olduğunu ve uçsuz bucaksız bir Umman olduğunu hep beraber göreceğiz.

Yine insanın ne kadar güçlü olduğunu ve zaman zaman son derece aciz kaldığını ve olduğuna da vakıf olacağız. Dolayısıyla insanın sıradan basit bir varlık olmadığını da bizzat gözlemleyerek idrak edeceğiz.

Biz, şimdiye kadar küçük evren dediğimiz insanın manevi cephesi üzerinde durmuştuk. Bunlar insanın duyguları, lâtife, hissiyat ve melekeleri dediğimiz konulardı. Şimdi ise; insanın Anatomi, Biyolojik ve Fizik yönüyle ilgili meseleleri ele alacağız.

Ne var ki insanın varlığı; diğer varlıklardan tamamen farklı olduğu ve ayrı mütalaa edilmesi gerektiğini de nazara almak istiyoruz. Zira insan bedenindeki maddi organları da, mana ile iç içe olarak yaratılmıştır. Bu itibarla, insan denilen varlığa, iki şekilde bakmak gerektir, şöyle ki; bunlardan ilki, maddi, fiziki ve biyolojik yapısıdır ki, bu gündüz gibidir. Burada olup biteni açıkça görmek mümkündür. Buna mülk ciheti de denilebilir. Yani görünen dış âlemde, açıkça görünen bu varlığı, her an müşahede edilebilir.

Mana âlemi ise gece gibidir. Onu bulmak için, mutlaka gönül ışığını yakmak gerekir, vicdanda yanan nur meşalesi ile görülebilir, o mana. Asıl mutluluk ve huzur, bu nur ve ışıktaki manada aranmalıdır.

Evet, insanda madde ile mana iç içedir, dedik. Mesela “dil” görünürde maddi bir organdır. Lâkin yediklerinden ve içtiklerinden bir tat, bir zevk, bir lezzet alır. Bunlar birer manadır. Bu anlamdaki mana elbette ki bir şükür ister. Vücûd, göz penceresiyle kâinatı, maddi varlıkları onunla seyreder. Bu bakıştan, bazen ibret ve dersler çıkarır, ilim elde eder; bazen zevk safa alır, huzura erer, mutlu olur. Bazen de elem alır, mahzun olur. Şüphesiz bunların hepsi birer manadır. Yerine göre bunlar hamd ister ve diğer yandan da sabır ister. Hamd da, sabır da birer manadır. İnsanın bedensel ve biyolojik diğer organlarını, uzuvlarını da bunlarla kıyaslamak mümkündür.

İki tuğlanın tesadüfen üst üste konulamadığını, basit düz bir çizginin bile, kendi kendine çizilemeyeceğini bilen insanın; bu muazzam vücûd binasının temel unsuru olan hücrelerin, yerli yerinde üst üste dizilimlerine, muazzam bir düzen ve ölçü ile tanzim edilmelerine, gelişi güzel bir olaymış gibi bakılmalarına imkan var mıdır?

Kanunların cisimlere galip ve ruhun bedene hakim olduğunu bilmezden gelip; insan denilen varlığın vücûdunu sadece maddi cismiyle ele almak, mana ile ilişkilendirmemek, akıldan uzak olduğu gibi; mantığa da sığmaz diye düşünmek lâzımdır. Zira insan maddesiyle, manasıyla bir bütündür ve o şekilde bakılmalıdır.

İlim ve akıl, Allâh’ın insanoğluna bir ihsanıdır. Hakiki ilim Hakk’ın katında ve gerçek ilim adamı da, hakikatin hizmetinde olmalıdır.

Bütün fenlerin temelinde, insan ruhuna bahşedilen ulviyyet ve insan beyninin bu ruha cevap verecek biçimde planlanması, programlanması yatmaktadır.

Gerçek tabiî bilimlerin tesbit edilen verileri; aslında Allâh’ın kâinat’ta var olan kanunlarıdır. İnsanlar eskiden beri kâinat’ın ve kendilerinin var oluş sebepleri üzerinde çalışmış ve kafa yormuşlardır. Bazı insanlar bu varlık sebeplerinin çözümleri hususunda “mistik” yani akıl ve mantık dışında kalan sezgileri ve gizemli şeyleri, kalp gözüyle aramak ve keşfetmek yollarında aramışlarken; bazıları da mantıkta keşfetmeyi denemişlerdir. Günümüz dünyasında ise; insanlar hedefe ilimle ulaşılabileceğini kabul ederler. Ancak bu son yolu tercih edenler, İlâhî sırların deney ve teorilerle çözülebileceğini ümit ettiler. Ve sonunda iyice yaklaştık dedikleri gerçek, bir seraba dönüştü.

Şüphesiz başta insan olmak üzere, bütün kâinat ve içindeki varlıklar ve mahlukat, Allâh’ın vaz’ettiği kanunlar çerçevesinde vücûda gelmekte ve tedbir edilmektedirler.

Biz, erkek spermasının ve dişi yumurtanın döllenmesinden başlayarak, insanın yaratılışını ve teşekkülünü, bütün sefahatıyla ve aşamalarıyla, ama hem manasıyla ve hem de maddi, cismanî ve biyolojik ilmî gerçekleriyle inceleyip, o şekilde nazara vermeye çalışacağız.

Evrende her şey bir bina gibi kurulur. Tek tek sayılır, ölçülür ve üst üste konulur, yapı taşları ve tuğlaları …

Kurulu bu düzende, hiç bir inhiraf, intizamında bir zerre şaşma olmaz. İnsan vücûdu da aynen bunun gibi, kâinat sarayının küçük bir nümunesidir.

İnsan vücudunda, hikmetsiz, gayesiz bir tek hücrenin olmadığını ve kâinatın, insan aklının önüne serilmiş bir hikmet ve tılsımlar kitabı olup, insan o kâinat kitabını okuyan ve gizli definelerini keşfedip açan, bir mümtaz mahluk olduğunu görüyoruz.

Bünyemizde bulunan her bir hücre, içerisinde koca kâinatı barındırır. Patolojik ilmî gelişmeler ve son derece gelişmiş mikroskoplarla, hücre içindeki en ince ayrıntılarına kadar inceleme imkânını vermiştir insanlara. Hatta bu çerçevede, hücre içindeki genlerin bile içine girilmiştir. Gözle görülemeyecek kadar küçücük bir hücrede, âlemlerin gizli olduğunu müşahede etmiştir.

Bir insan, ortalama 100 trilyon hücreye sahiptir. Sahip olduğumuz bir hücrede birer tane de, “DNA” molekülü vardır.*

Bunlardan “sadece bir tanesinin” içinde 3 milyar farklı konuda bilgi bulunur. Bu bilgiler toplam 1 milyon sayfalık bir seri kitap oluşturabilirler. 1 milyon sayfalık kitap, yaklaşık 1000 cilttir. Bu 1000 ciltlik eserin sayfalarını yan yana uzatabilsek; uzunluğu kuzey kutbundan ekvatora kadar uzanabilir. Bu 1000 ciltlik eser, 24 saat hiç durmaksızın okunacak olursa; eserin tamamlanması 100 yıl sürer. Bu muazzam bilgi, tek bir tırnağımızda, saçımızın tek bir telinde veya kolumuzun üzerindeki her hangi bir tüyünde bulunan “tek bir DNA” ya aittir.

Mahiyeti tamamen anlaşılamamış olan hücre dünyasının; insan organizasyonundaki doğumundan son ana kadar aralıksız ve düzenli işleyen, Allâh kaynaklı, mikro ölçekteki âlemler gözlemlenebildiğinde, görülebilecek sonsuz mucizeler, düşünüp ibret alabilenler için marifetullah’a (Allâh’a ulaştıran tevhid bilgilerine) pencereler açacaktır.

Bu gerçekleri araştırarak görebilen Prof. Dr. Bruce Lipton gibi; yüce yaratanın kudret ve ilmine hayran kalarak imanıyla teslim olduğunu, şu ifadeleriyle dile getirmiştir. “Hücre üzerinde yaptığım çalışmalarda, genlerin yaşamımızı kontrol ettiğine inanarak, hayatımı yanlış temeller üzerine kurduğumu ve fiziksel olarak öldüğümüzde, hayatımızın sona ereceği düşüncelerimin bir yanılgı olduğunu anladım. Yıllarca vücuttaki moleküllerin kontrol mekanizmalarını inceledim ve yaşamı kontrol eden protein anahtarlarının çevreden, yani evrenden gelen sinyallere açılıp kapandığını anladım. İnançsız bir insan iken, inanmaya başladım.”(1)

Genetik bilimci Prof. Francis COLLİNS; “Allâh’ın var olduğuna dair rasyonel bir temel var. Bilimsel gelişmeler, insanı Allâh’a daha da yaklaştırıyor.” demek suretiyle itirafta bulunmuştur.

Evet, önce atom çekirdeklerinde parçacıklar sayılır, sonra moleküllerdeki atomlar ve binlerce atomu barındıran bir molekül zincirinin, hangi halkasında, hangi atomunun yer alacağı kesin bir takdirle belirlenmiştir. Binlerce atomun her biri öylesine yerli yerine yerleşir ki; onlarda en küçük bir tesadüf izi görünmez.

Sonra canlı varlıklarda hücreler tek tek sayılır. Bu hücrelerin her biri, tek bir hedefe doğru hızla çoğalırlar. Hedefe ve takdir edilen sayıya ve ölçüye ulaşınca; adeta dur komutunu almış gibi, hemen dururlar. Hiç bir hücre sayı saymasını bilmez, yani neler olup bittiğinden de haberdar olmaz. Bu hücrelerden hiç biri konulan, tayin edilen sayıyı ve sınırı aşmaz. Ve bütün organlar, belli bir hücre sayısıyla kurulur ve oluşurlar.

Vücudlar, desenler, renkler yine bu düzen ile şekillenirler. Kader; rengarenk güzellikler içinde belirir ve her varlık, her şeyi, her haliyle kuşatan bir kader anlatır. Kendi intizamının ve güzelliğinin diliyle..

Bu zaviyeden bakarak, insanın en basit görülen ve belki hiç önemsenmeyen ve farkına bile varılmayan, vücudundaki kıllara bir göz atalım.

Erkekteki bıyık ve sakalın olması, ona süs ve güzellik verirken; bu kılların kadında olması, çirkinlik arz ettiği gibi, bir de tiksinti verir.

Erkek dışarıda, tarlada, bağ-bahçe işlerinde, fabrikalarda, maden ocaklarında çalıştığı için; teneffüs ederken, burnundan toz, toprak, kir kaçmasın diye; süzgeç vazifesini gören, filtre görevini ifa eden kıllar vardır. Ama kadında, aynı mahiyette kıllar yok. Zira, yine o manadaki kıllar, kadını çirkin gösterir.

Bazen erkeklerin saçları tepeden dökülür, ama kadınlarda dökülmez, dökülürse şayet, kadın mağdur olur ve onu çirkinleştirir. Kadınlardan erkekler gibi saçları dökülenler varsa şayet; o da mutlaka bir hastalıktan ötürü olabilmektedir.

Göz kapaklarında kirpikler ve gözün üstünde kaşların olması; hem erkek ve hem de kadın için bir güzellik vesilesidir. Kaşlar, aynı zamanda, gözler için şemsiye gibi bir koruyuculuk vazifelerini yerine getirirler. Kirpikler de göze yabancı cisimlerin kaçmasını önleyen birer muhafız nöbetçileridirler. Eğer kaş ve kirpikler, kendileri o özel mahallerde bulunmamış olsalardı, büyük bir eksiklik ve çirkinlik arz ederdi. Kesilen, traş edilen vücûd üzerindeki kıllar, sınırsız uzarken; bu kirpik ve kaşlar seviyeli bir şekilde uzarlar. Yani kirpikleri kesseniz, yine uzar, ama aynı doğal seviyeye gelince, eski normal sınırlarında dururlar. Diğer organlarda da durum bundan pek farklı değildir. Örneğin karaciğeri iflas eden birine kök hücre nakli yapıldığında; o kök hücre zamanla büyür, eski doğal kıvamına geldiğinde durur, artık büyümez. Eğer bu büyüme dengesiz ve kontrolsüz şekilde büyümeye devam ederse; o hastaya şifa değil, yeni bir dert olur, bela getirir.

Bu ölçülü komut emri nereden gelir, bilimsel bir izahı hala yapılamamıştır. Burada demek istenilen şudur: İnsan vücudunda bir kıl bile başı boş değildir, bir kanun-u İlâhî ile tanzim ve takdir edilmiştir. Varın siz; bir de geride kalan diğer muhteşem vücud organizasyonlarını düşünün.

İnsanoğlunun NASA’nın uzay aracıyla MARSA kadar uzanıp gittiği ve uzayın daha da derinliklerine ulaşmayı hedeflediği bu çağımızda; gözle görülmeyen hücrenin tam anlamıyla, bilimsel sırlarını çözebilmiş değildir.

İnsan organizmasındaki bir hücrenin mucize ve ihtişamı; Sani-i Zülcelâl’in (cc) harika sanatına Mazhar olması ve O Sanatkârın kudret elinden çıkmış bir sanat eseri olduğu, aklınca anlaşılmaktadır.

Bir insan vücudundaki 100 trilyon hücrenin özenle ve ihtimamla; karışıklık içinde ama sayısız farklılıkta, benzersiz ve çok değerli bir varlık görüntüsüyle araştıranları, eserden san’atkarına, yani yüce YARATAN’a ulaştıracaktır. Zira, bir kâinat kitabı hüviyetinde olan insan vücudunda; bir nokta hükmünde olan bir hücreyi düşünerek anlamaya çalışmak, Cenab-ı Hakk’ın yüce katında, bir mucizeyi idrak edip, keşfetmenin huzurunu, haz ve lezzetini yaşatacaktır.

Ve bir âyet:

“Ey İnsanlar Rabbinize karşı sorumlu olduğunuzu unutmayın! Hiç bir ana-babanın çocuklarına, her hangi bir faydasının olmayacağı, hiç bir çocuğun da ana-babasına fayda sağlayamayacağı günden korkun. Allâh’ın va’dinin gerçek olduğunu unutmayın. Sakın! dünya hayatının, sizi aldatmasına ve birilerinin, sizi Allâh’ın adını kullanarak kandırmasına izin vermeyin.”(2)

Dipnotlar

(1) Dr. Elif Güveloğlu, Hastalıklar Öğretmendir, s.341
(2) Lokman31/33
*(İlerde ayrı bir başlık altında “DNA” değerlendirilecektir.)

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*