İman- hayat- şeriat’ta siyasetin yeri

İman ve hayat aşamalarıyla iç içe yaşanacak olan “şeriat” merhalesi, siyaseti de içine almayacak mı? Elbette alacak. Ama bu da fıtrî bir akış içinde, Bediüzzaman’ın vurguladığı temel parametreler çerçevesınde gerçekleşecek; toplumlardaki dindarlaşma, demokratik süreçlerde tüm siyasî kurum ve yapıları ve devletlerı de etkileyecek.

İman- hayat- şeriat’ta  siyasetin yeri

İMAN HAYAT ŞERİAT

Bediüzzaman’ın “iman-hayat-şeriat”la ilgili izahları çerçevesinde, özellikle hayatşeriat aşamalarında siyasetin de yeri olması gerektiğine göre, bunun ölçüsü ne olmalı?
Aslında Risale-i Nur’daki açıklamalar, bu sualin cevabını da veriyor. Onlardan anladığımız kadarıyla konuyu toparlamaya çalışacak olursak:
Öncelikle şunu ifade edelim: İman-hayat-şeriat silsilesi, birbirini takiben yaşanacak ve biri bitip diğeri başlayacak farklı aşamaları değil, iç içe devam edecek bir bütünlüğü ifade ediyor.
Dolayısıyla, “İman devresi tamam, sıra hayat aşamasında ve ondan sonra şeriat dönemi gelecek” gibi bir mantık, bu bütünlükle bağdaşmaz.
Bu bakımdan, Nur talebelerinin birinci ve en önemli iştigal alanı olan iman hizmeti, kıyamete kadar bu özelliğini hep koruyacak ve onun devri hiçbir zaman kapanmayacak. Ki, Peygamber Efendimiz de (a.s.m.) bir hadis-i şeriflerinde bizlere imanın sürekli tazelenip yenilenmesi gereken bir intisap olduğu dersini vermiyor mu?
Ekseninde tek tek bireylerin yer aldığı bir süreçte imanın kuvvetlenmesi, toplumsal hayata, aileden başlayarak genişleyen daireler halinde, dindarlığın yaygınlaşması olarak akseder.
Çünkü imandaki artış ve güçlenme, kişilere, hayatını bu imanın gereklerine göre tanzim ihtiyacını hissettirir. Allah’a daha kuvvetli bir imanla bağlanan insanda, Yaratıcının, elçileri ve kitaplarıyla tarif ettiği hayat nizamına göre yaşama iradesi de gelişir ve kuvvetlenir. Bu iradenin sonucu dindarlaşma olarak tezahür eder.
Bunun sonucu, ibadetlerini titizlikle yerine getiren; her işinde helâl-haram ölçülerini gözeten; haramdan uzak durup, helâlde de ölçü ve dengeyi muhafaza eden; faize bulaşmayan; zekât ve sadakasını veren; iktisat ve kanaat esaslarına göre yaşayıp israfa, lükse, gösterişe ve tüketim çılgınlığına iltifat etmeyen bir hayat tarzı…
Böyle bir dindarlık şuurunun topluma mal olması, süreç içinde siyasette de, bürokraside de yansımalarını gösterir. Birleşik kaplar kuralı burada da işler ve dindarlaşma süreci hayatın tüm alanları gibi devlet kademelerinde de hissedilir.
Ama bu fıtrî akışı yeterince hızlı bulmayıp, toplumu tepeden dindarlaştırmaya çalışan veya niyetinin öyle olmadığını defaatle deklare etse de en azından bazı kesimlerce öyle algılanan hareketler, tam tersine dindarlaşmaya zarar verir.
Dahası, dindar kimlikleri öne çıkararak ve dine daha çok hizmet iddiasıyla siyasete atılmak, sahiplerini “Siyaset ve iktidar yozlaştırır” kaidesine mâsadak olma riskiyle karşı karşıya bırakır.
Hilâfetin Âl-i Beyt’te devamına kaderin fetva vermeyişinin hikmetlerinden birini “Saltanat-ı dünyeviye aldatıcıdır. Âl-i Beyt ise hakaik-ı İslâmiyeyi ve ahkâm-ı Kur’âniyeyi muhafazaya memur idiler” (Mektubat, s. 100) diyerek açıklayan Bediüzzaman, “Güneş gibi imanlar taşıyan bir kısım Sahabeler ve onlara benzeyen mücahidînden, selef-i salihînden başka, siyasetçi tam müttakî dindar olamaz. Tam ve hakikî dindar ve müttakî olanlar siyasetçi olmazlar” (Emirdağ Lâhikası, s. 53) tesbiti ile bu gerçeğe dikkatimizi çekiyor.
Nitekim iman hizmetlerinin neticesi olarak toplumda giderek güçlenip yaygınlaşan dindarlaşma şuuru, halihazırda, bu riskin ihtiva ettiği dünyevîleşme hastalığının ağır tehdidi altında.
İlâveten, Said Nursî’nin İttihad-ı İslâm Partisi için ifade ettiği, “Yüzde altmış-yetmişi tam mütedeyyin olmak şartıyla şimdiki siyaset başına geçebilir. Dini siyasete âlet etmemeye, belki siyaseti dine âlet etmeye çalışabilir. Fakat çok zamandan beri terbiye-i İslâmiye zedelenmesiyle ve şimdiki siyasetin cinayetine karşı dini siyasete âlet etmeye mecbur olacağından, şimdilik o parti başa geçmemek lâzımdır” (a.g.e., s. 746) tesbitinde dile getirilen gerçek de konunun son derece önemli bir başka boyutuna dikkat çekiyor.
Demek ki, İslâm birliğine hizmet hedefiyle kurulacak bir partinin iktidarı için öncelikli şart, gerek toplumda, gerekse devlet kadrolarında yüzde altmış-yetmişlik bir oranın “tam dindar” olması. Ama o da yetmiyor. İttihad-ı İslâmı program yaparak yola çıkan siyasî kadroların, terbiye-i İslâmiyedeki derin zedelenme sonucu toplumun diğer kesimlerinde tezahürlerini gösteren manevî tahribat sebebiyle, niyetleri öyle olmasa dahi, dini siyasete âlet etmek mecburiyetinde kalmaları riski söz konusu.
Çünkü o kesimlerin dinle ilgili konularda sergileyecekleri muhalif tavırlar, ittihad-ı İslâmı hedefleyen siyasetçileri de ister istemez onlara karşı bir duruş sergilemeye mecbur edecek. Bu da dinin ve dinî meselelerin siyasî tartışma ve polemiklere konu olmaya devam etmesini netice verecek. Başörtüsüyle ilgili olarak süregelen çekişmelerde yasağa taraftarlık ve karşıtlık ekseninde oluşan duruşların konuyu her iki cenah açısından da bir “siyasî rant” alanı haline getirmesi, bunun en tipik örneklerinden biri.
Bunlara da meydan vermemek için, öncelikle yine herşeyin temelini oluşturan imana tahşidat yapılması, iman hizmetinin bütün siyasetlerin üzerinde bir konumda ve kesintisiz bir süreçte devam ettirilmesi gerekiyor.
Peki, “şeriat” merhalesi, kaçınılmaz bir şekilde, ister istemez siyaseti de içine almayacak mı?
Elbette alacak. Ama bu da sözünü ettiğimiz fıtrî akış içinde, Bediüzzaman’ın vurguladığı temel parametreler çerçevesinde gerçekleşecek; toplumlardaki dindarlaşma, demokratik süreçlerde tüm siyasî kurum ve yapıları ve devletleri de etkileyecek. Dinle ilgili konular, lehte veya aleyhte siyasî çekişme alanı olmaktan çıkacak; siyaset kurumunun tümü, dine hizmeti de aslî görevlerinden biri olarak kabul edip benimseyecek ve siyasî mücadele, hukukun temel prensipleri çerçevesinde, ideolojik çekişmelerden arındırılmış bir zeminde, ehliyet ve liyakat gibi ölçülerin esas olduğu bir hizmet yarışı haline gelecek.

«««

YÜZDE 99 VE YÜZDE 1

Şeriat denilince hemen devleti hatırlayan bir algılama oluşmuş durumda, ama işin aslı öyle değil. Bediüzzaman “Şeriat yüzde doksan dokuz ahlâk, ibadet, ahiret ve fazilete aittir; yüzde bir nisbetinde siyasete mütealliktir” (Divan-ı Harb-i Örfî, s. 28) sözüyle bu gerçeğe işaret ediyor. Ve bu sözdeki “siyaset” kelimesi, fıkhın devleti ilgilendiren hükümlerini içine alan bir kapsamda kullanılıyor. Günlük siyasetin bu yüzde birdeki payı çok daha düşük.
Şeriatın bizi öncelikle ve özellikle alâkadar eden cihetleri, yüzde doksan dokuzu teşkil eden hususlar: ahlâk, ibadet, ahiret ve fazilet. Bütün bunların temeli ise sağlam ve tahkikî bir iman.
Bilumum ahlâkî haslet ve güzelliklerin kaynağı iman olduğu gibi, ibadetlere anlam, ruh ve devamlılık kazandıran temel dinamik de iman.
Burada dikkat edilmesi gereken noktalardan biri, iman, ahlâk ve ibadetle ilgili görevlerin fert fert herkesi birinci derece alâkadar etmesi gereken hususlar olduğu ve “Meyve’nin Dördüncü Meselesi”nde vurgulandığı üzere en büyük ve daimî vazifelerin en küçük dairede bulunduğu.
Ve bunların hepsi ahlâk ve ibadet eksenindeki vazifeler. “Ben cinleri ve insanları, Beni tanıyıp Bana ibadet etsinler diye yarattım” (Zariyat Sûresi, 56) mealindeki İlâhî fermanla, “Ben güzel ahlâkı tamamlamak üzere gönderildim” (Müsned, 2: 381) diyen Peygamber sözü ise bu ekseni tanımlayan temel parametreler.
Dolayısıyla, her halükârda öncelik, tek tek her bir ferdin tahkikî ve kuvvetli bir imanla donatılıp, bu imanın ahlâk ve ibadet hayatında daimî bir yükseliş sürecine temel oluşturması olmalı.
İnsan gerek kendi içinde, gerekse ailesinden başlayıp giderek genişleyen daireler halindeki hayat alanlarında, bu iman-ahlâk-ibadet bütünleşmesinin tezahürlerini yansıtır hale gelmeli.
Hayat imtihanında son nefese kadar devam etmesi gereken, ama gerçekte sonu olmayan, başarılanı ve başarılamayanı ile neticeleri ahiret hayatında ortaya çıkacak bir tekâmül süreci bu.
Peki, ahlâk ve ibadette kusur ve zaafların olduğu yerde şeriattan söz etmek mümkün mü?
Ahlâkî zaaflarını aşamamış veya ibadet hayatını Yaratıcıyla kurduğu güçlü iman irtibatıyla sürekli gelişip derinleşen ihlâslı bir istikamet zeminine oturtamamış insanların şeriat düzeninden söz etmelerinin bir tutarlılığı olabilir mi?
İşte vaktiyle “şeriat nizamı”ndan dem vururken kendileri gibi düşünmeyen herkesi kâfir, müşrik ilân edip, zaman içinde her türlü ahlâkî değer ve ölçüyü hiçe sayan acımasız ve çıkarcı bir iktidar mücadelesinin takipçileri haline gelen bazı radikallerin ya da “namazsız mücahitler”in sürüklendikleri inanılmaz yozlaşma, bu temel ölçüyü gözardı eden müfrit tavrın getirdiği müthiş savrulmayı gözler önüne sermekte.
Onun için, önce hayatın yüzde doksan dokuzluk alanını kapsayan şer’î hükümlerin hakkı verilmeli ki, yüzde bir ona göre tanzim edilsin.
Bu yüzde doksan dokuz kapsamında, insanın gerek Yaratıcıyla, gerekse yaratılmışlarla ilişkilerinde şeriatın koyduğu ahlâk prensipleri; haram-helâl ölçüleri; namazı, orucu, zekâtı ve haccıyla ibadet görevleri, mânâ ve ruhuna uygun olarak toplumun ekseriyetince bihakkın yaşanır hale gelmeli ki, bunların devlet ve siyasete ilişkin yüzde bire taallûk eden yansımaları, herhangi bir zorlama veya yadırgamaya meydan vermeden, fıtrî bir süreçte kendisini göstersin.
Aslında bunların devletteki tezahürleri de, fert ve toplum hayatında Hàlık’ın ve halkın hukukunu kılı kırk yaran bir titizlik ve hassasiyetle gözetmeyi esas  alan bir yaklaşımın yansımaları.
Dolayısıyla, şeriat hukuku maksatlı çarpıtmaların tam tersine, insanlığın ortak ideal ve özlemi olan hukuk devleti kavramını, böyle bir bağlamda çok daha sağlam temellere bina ediyor.
“‘Kavmin efendisi hizmetkârıdır’ (mealindeki) hadisin sırrıyla, şeriat âleme gelmiş; tâ istibdadı ve zalimane tahakkümü mahvetsin” (Eski Said Dönemi Eserleri, Divan-ı Harb-i Örfî, sözü bunu ifade ediyor.

ŞERİAT İKİDİR

Burada çok önemli bir nokta, şeriattan ne anlaşılması gerektiği. Bilindiği gibi Risale-i Nur’da iki şeriat tarifi yapılır. Biri, Allah’ın kâinattaki işleyişi tanzim ettiği yaratılış kanunları; diğeri, insanın Yaratıcıyla ve yaratılmışlarla ilişkilerini düzenlemek için gönderilen din esasları.
İkisinin de kaynağı aynı olduğu için, birbirini açıklayan ve tamamlayan şeriatlar bunlar. Kâinat Kur’ân’ı, Kur’ân kâinatı tefsir ediyor. Ve kâinat kitabını okuyan fenler, Kur’ân’daki sırları da açıklıyor. Dolayısıyla, iman ve hayat aşamalarıyla bütünleşmiş bir halka olarak telâffuz edilen “şeriat” halkası, bu bütünlük içinde anlaşılmalı.
“Şeriat ikidir: Birincisi; âlem-i asgar (küçük âlem) olan insanın ef’al ve ahvalini (fiil ve hallerini) tanzim eden ve sıfat-ı kelâmdan gelen bildiğimiz şeriattır. İkincisi; insan-ı ekber (büyük insan) olan âlemin harekât ve sekenâtını (hareketlerini ve duruşlarını) tanzim eden, sıfat-ı iradeden gelen şeriat-ı kübra-yı fıtriyedir.” (s. 810)
Şeriat tartışmaları bu eksende yürütülürse, birçok şey çok daha kolay anlaşılır, netleşir, aydınlanır ve şu anki görünümüyle adeta tam bir kördövüşü haline gelen kilitlenmeden de çıkılır.
Özellikle, Bediüzzaman’ın ikinci şeriat tarifine odaklanacak bir fikir alışverişiyle çok verimli sonuçlar üretilir ve gereksiz polemikler bitirilir.
Çünkü o tarifin kapsadığı alan, bilimlerin okuyup anlamaya çalıştığı kâinat kitabını içine alıyor. Astronomiden coğrafyaya, fizik, kimya ve biyolojiden matematiğe, botanik ve zoolojiden tıp ve eczacılığa… tüm fenler, semâ, arz ve canlılar âlemi sayfalarındaki sırları keşfe çalışıyor.
Her bir bilim dalı, kendi alanındaki varlıklara ve işleyişe dair Yaratıcının koyduğu fıtrî kanunları tesbit çabalarına paralel olarak gelişiyor.
Ve her bir fennin özü, esası, dayandığı nokta, Allah’ın güzel isimlerinden en az birine istinad ediyor. Üstadın verdiği örneklerle, mühendisliğin hakikati Adl ve Mukaddir isimlerine; tıbbın nihayeti Şâfî ismine; fenn-i hikmet (felsefe) Hakîm ismine dayanıyor. (Sözler, s. 415 ve 1020)
Aynı mânâlar, tarihten antropoloji ve sosyolojiye, psikolojiden iktisat ve siyasetbilimine, bilumum beşerî ilimler için de geçerli. Onlar da “insan-ı ekber” olan âlem kitabının sema ve arzdan sonra üçüncü cildini oluşturan “küçük âlem” insanla ilgili fıtrat kanunlarını inceliyorlar.
Günümüz medeniyeti, bütün bu kanunları okuyup keşfeden kolektif aklın, onlardan istifade ederek geliştirdiği ve ayrıca Peygamber mucizeleriyle işareti verilip nihaî hudutları çizilen teknoloji ve hayat standartlarıyla meydana geldi.
Bunun sosyal hayattaki tezahürleri ise bireyi, hak ve özgürlükleri, hukuku, demokrasiyi öne çıkaran; devlet ve toplum alanlarındaki düzenlemeleri adım adım fıtrat çizgisine, yaratılış kanunlarına yaklaştıran sistemler geliştirmek oldu.
Temizlik, intizam, çevre duyarlılığı, herşeyin insanı merkeze alan bir anlayış ekseninde tanzim edilmesi… yine aynı gerçeğin yansımaları.
Onun için, Avrupa’ya, Amerika’ya, Avustralya’ya… giden Müslümanların ortak tesbiti, İslâmın birçok prensibinin oralarda çok daha iyi yaşandığı yönünde. Gerçi eksik ve kusurlar elbette ki var ve yanı sıra, özellikle dış politikalarda hegemonya ve sömürü yer yer hâlâ hükümferma; ama kendi iç düzenlerinde, adı konulmamış bir “fıtrî şeriat düzeni”ni büyük ölçüde uyguladıklarını söylemek, her halde yanlış olmaz.
Ve işin ümit verici taraflarından biri olarak, tedricî bir tekâmül seyri içinde, bu eksikleri tamamlayıp kusurları telâfi etme süreci yaşanıyor.
Allah’ın kâinatta ve insanlık âleminde koyduğu yaratılış kanunlarına uyulduğu veya yaklaşıldığı ölçüde, “fıtrî şeriat düzeni”nin öngördüğü huzur ve dengeye kavuşma yolu açılırken, vaki sapmalar ise kaos, kargaşa ve sıkıntı getiriyor.
Sonuçta, medeniyetin hasenatı, iyilik ve güzellikleri olarak ortaya çıkan herşey, yaratılış âleminde hakim kılınan fıtrî şeriata ve beraberinde semavî dinlerin getirdiği değerlere dayanıyor.
Aynı medeniyetin maalesef ağır basan seyyiatı, kötülükleri ise, söz konusu şer’î kanun, ölçü ve değerlere kulak asıp meydan okuyan materyalist ve dünyaperest bakış açısının eseri ve ürünü.
Bunları izale edip yeniden güzellikleri hakim kılmanın yolu, birbirini tamamlayıp açıklayan her iki şeriatı da iyi anlayıp yaşamaktan geçiyor.

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*