İttihad-ı İslâma giden yol ve şartları

Image
Asrın manevî tabibi ve fetvâ emîni Hz. Bediüzzaman’ın hayat serüveninde, bu büyük dâvânın simgesi olan, şanlı İslâmiyet ve şerefli ecdadın verâseti uğruna hayal ettiği dört büyük hedefi vardı. Bu benim acizâne tesbitimdir. Bu konuda başka alternatifler varsa, ona da tabiî ki açığım ve saygı duyarım.

Bunların birincisi, “netice-i hayatım ve vazife-i vataniyem” dediği “Manevî Kur’ân Tefsiri Risâle-i Nurların serbestçe intişarı ve okunması”ydı. Bu büyük ölçüde gerçekleşti Elhamdülillah. Artık Risâle-i Nur bütün dünya dillerinde ve insanların ellerinde, internette, yani her yerde.

İkincisi; “Medresetüzzehra” nâmını verdiği din ilimleri ile fen ilimlerinin birlikte okutulacağı “doğu üniversitesi” projesi.Üçüncüsü; Peygamber’in (asm) övgüsüne mazhar Fatih Sultan Mehmed Han’ın bu asil millete vasiyeti ve büyük emaneti olan sembol mabed; “Ayasofya”nın serbestçe ibadete açılması.Dördüncüsü de; “İttihad-ı İslâm”dır.

Bu yazımızda dördüncü madde olan “İttihad-ı İslâm” üzerinde bir parça durmak istiyorum.
“İttihad-ı İslâm” konusuna çok önem veren Hz. Üstad, asrın başında bu ıztırabını dile getirip, tesbitini yapmış ve Hutbe-i Şâmiye adlı eserinde bu konuya fazlaca yer verip izahlar yapmış. Bu eseri referans alarak, “İttihad-ı İslâm” konusunun şartları, önemi, yol ve metotlarının yanında, bu yoldaki manileri de birlikte mütalâa etmeye çalışalım.
Üstad Hazretleri; adı geçen eserinin “Beşinci ve Altıncı Kelimeler”inde uzun izahlar yapıyor. “Şu zamanda bir adamın bir günahı, bir kalmıyor. Bazan büyür, sirayet eder (başkasına etki edip, geçer), yüz olur. Bir tek hasene (güzellik, sevap) bazan bir kalmıyor. Belki bazan binler dereceye terakkî ediyor (olabiliyor)” tesbitini yapıyor. (Hutbe-i Şâmiye, Beşinci Kelime)

Risâle-i Nurları kendine rehber edinmiş ve bu konuyu hayatına program yapmış kimselere düşen mükellefiyetler vardır. Bu konuya özel bir önem verip dünyamızın ve insanlığın helâket ve felâkete sürüklendiği bir zamanda, insanlığın sulh ve saadetine yardımcı olacak en büyük proje ve ideallerden olan “İttihad-ı İslâm” konusuna daha bir fazla odaklanmak gerektiğini düşünüyorum.

İslâmiyetin doğru anlaşılıp, doğru yaşanıp, doğru anlatılması ve İslâm birliği için vazgeçilmez şartlardan birisi, “Müslümanım” diyen her kişinin, etnik kökeni ve milliyeti ne olursa olsun, İslâmiyetin ruhuna uygun, doğru, istikametli hareket etmesidir. Bu konuda da; ilgili eserde, en büyük sorumluluğun Araplarda ve Türklerde olduğu gerçeği vurgulanıyor.

“İttihad-ı İslâma” giden yolda en hayatî ve dikkate değer konuların başında ise; hakikî bir mü’min, Kur’ân’a uyan ahlâklı bir Müslüman ve faziletli bir insan olmanın gereği vurgulanıyor. Ve özetle şu konulara dikkat çekiliyor: Bu zamanda, günah ve fenalığın işleyenin üstünde kalmayacağı, etkileşim yoluyla sayıları milyonları, hatta milyarları bulan Müslümanların hukuklarına tecavüz olacağı özellikle belirtiliyor. Ayrıca istikbalde bunun çok örneklerinin görüleceğini söylüyor ki, içinde bulunduğumuz şu ortamda da zaten bunu yaşıyoruz.

İnsanlığın önemli yarası ve çıkmazlarından birisi olan etnik ayrımcılığa girmeden, farklı millet ve kavimlerden olan iki önemli ırk olarak Türk ve Arap milletlerinin, yara yapmadan “İttihad-ı İslâm”a giden yolda nasıl müspet mânâda kullanılabileceğini, bunun gereğini ve şartlarını da şu şekilde açıklıyor: “Hürriyet-i şer’iye (Kur’ânî hürriyet) ile meşveret-i meşrûa, (meşru meşveret) hakikî milliyetimizin hâkimiyetini gösterdi. Hakikî milliyetimizin esası, ruhu ise İslâmiyettir. Ve Hilâfet-i Osmaniye ve Türk Ordusunun o milliyete bayraktarlığı itibarıyla, o İslâmiyet milliyetinin sadefi ve kalesi hükmünde Arap ve Türk hakikî iki kardeş, o kale-i kudsiyenin (kudsî kalenin) nöbettarlarıdırlar.” (Age)
Bunun daha ilerisi bir hedefe işaret edilerek şu tesbit yapılıyor:

“Arap taifeleri, Cemahir-i Müttefika-i Amerika (Amerika Birleşik Devletleri) gibi en ulvî bir vaziyete girmeye, esarette kalan hâkimiyet-i İslâmiyeyi eski zaman gibi küre-i arzın nısfında (dünyanın yarısında), belki ekserisinde tesisine muvaffak olmanızı rahmet-i İlâhiyeden kuvvetle bekliyoruz. Bir kıyamet çabuk kopmazsa, İnşâallah nesl-i âti (gelecek nesil) görecek.” (Age)

Risâle-i Nur kültüründen gelen ve onun özüne uygun, tahkikî imana sahip Müslüman kimliği taşıyan herkesin bu konuda ciddî bir sorumluluğu vardır. Bu da; her hadiseye ve konuya “İmanî ve İslâmî” açıdan bakma gerekliliğini beraberinde getiriyor. Özellikle toplumsal olayların hemen siyasî bir sâika ile değerlendirildiği gerçeğine atıfta bulunularak, yapılan bu tesbitlerin siyasetle bir âlâkası olmadığının altı çiziliyor:

“Sakın kardeşlerim, tevehhüm, tahayyül (şüphe ve hayal) etmeyiniz ki, ben şu sözlerimle siyasetle iştigal (meşgul olmak) için himmetinizi tahrik ediyorum. Hâşâ! Hakikat-i İslâmiye bütün siyâsâtın fevkindedir (üstündedir). Bütün siyasetler ona hizmetkâr olabilir. Hiçbir siyasetin haddi değil ki, İslâmiyeti kendine âlet etsin.”

Burada Hz. Bediüzzaman âlem-i İslâm’a ve bütün Müslümanlara çok farklı, ilginç bir çağrı ve ikaz yapıyor:
“‘Biz zarar vermiyoruz, fakat menfaat vermeye iktidarımız yok. Onun için mazuruz’ diye böyle özür beyan etmeyiniz. Bu özrünüz kabul değil. Tembelliğiniz ve neme lâzım deyip çalışmamanız ve ittihad-ı İslâm ile, milliyet-i hakikiye-i İslâmiye ile gayrete gelmediğiniz, sizler için gayet büyük bir zarar ve bir haksızlıktır.” (Age)

Yani, yaşayan ve yaşatılması gereken İslâmın öz değerleri olan “tebliğ ve davetin” hiç bitmemesi lâzmdır. İslâmiyetin ilk önce benliğimizde, kalb ve gönüllerimizde yer bulup yaşanması kaçınılmazdır.

İslâm âleminin ve Müslümanların en büyük derdi ve öldürücü zehiri olan “yeis, ümitsizliğin” yanına eklenen “tembellik”, “ihtiyarı yerinde kullanmama” ve “neme lâzımcılığın” asla kabullenemez bir hâl olduğunun tesbitine iyi kulak vermek gerekiyor.

“İttihad-ı İslâm”a giden yolda önemli bir kilometre taşı da, gerçek İslâmiyet milliyetinin sınırı, tarifi ve diğer önemli şartlarının tesbitinde ortaya çıkıyor. “İttihad-ı İslâm”a giden yolda “Kürtler” gibi küçük taifelerin de dikkate alınarak menfaatlerinin, dünyevî ve uhrevî saadetlerinin İslâmiyetle tamamen kaynaşmasının, iki muazzam taife olan Arap ve Türklerle kâim ve bağlı olduğunun önemi belirtiliyor.

Bu konuda da: “Tembellik, gevşeklik ve neme lâzımcılıkla” küçük kardeşler olan İslâm taifelerinin zarar gördükleri belirterek; özellikle Arapları muhatap alarak, onlara  deruhte ve işgal ettikleri makamın önemini ve sorumluluğunu anlatıyor. Bütün İslâm taifelerinin üstadlarının, imamlarının Araplar olduğunu hatırlatıp, muazzam Türk milletinin o kudsî vazifeye tam yardım ettiği gerçeğine işaret ediyor.

Herhangi bir Müslümanın “İslâm ittihadı” içersinde tembellik yapma tercihi ve lüksü mümkün görülmüyor. Ve: “Tembellikle günahınız büyüktür. Ve iyiliğiniz ve haseneniz de gayet büyük ve ulvîdir” (Age) diye önemli bir tespit yapılıyor.

İslâm âlemindeki asıl sıkıntılardan birisini de, “Batı Felsefesi”ne tâbi olanların ruh hâli ve mentalitesi oluşturuyor. Batılıların durumlarının tesbiti, Bediüzzaman tarafından şöyle yapılıyor: “Kıymettar malımızı ve vatanlarımızı bizden aldılar, onun bedeline çürük bir fiyat verdiler. Aynen öyle de, yüksek ahlâkımızı ve yüksek ahlâkımızdan çıkan ve hayat-ı içtimâiyeye (toplum hayatına) temas eden seciyelerimizin (ahlâkımızın) bir kısmını da bizden aldılar, terakkîlerine medar (gelişmelerine vesile) ettiler. Ve onun fiyatı olarak bize verdikleri, sefihane ahlâk-ı seyyieleridir, sefihane seciyeleridir.(düşük ve kötü ahlâklarıdır)”

Buna misâl olarak da batı dünyasının: “Bizden aldıkları fikr-i milliyetle, bir ferdi, bir millet gibi kıymet alıyor. Çünkü, bir adamın kıymeti himmeti nispetindedir. Kimin himmeti milleti ise, o kimse tek başıyla küçük bir millettir.” “Meselâ, bizden aldıkları seciye-i milliye ile (millî bir ahlâkla) bir adam onlarda der: ‘Eğer ben ölsem milletim sağ olsun. Çünkü milletimin içinde bir hayat-ı bakiyem var.’ İşte, bu kelimeyi bizden almışlar ve terakkiyatlarında (gelişmelerinde) en metin esas da budur. Bizden hırsızlamışlar. Bu kelime ise, dîn-i haktan ve iman hakikatlerinden çıkar. O bizim, ehl-i imanın malıdır. Halbuki, ecnebîlerden içimize giren pis ve fena seciye itibarıyla bir hodgâm (kendini beğenmiş) adam bizde diyor: ‘Ben susuzluktan ölsem, yağmur hiçbir daha dünyaya gelmesin. Eğer ben görmezsem bir saadeti, dünya istediği gibi bozulsun.’”

Bazılarımızdaki dikkatsizlikten ve Batı toplumundan alınan zararlı gelenek ve göreneklerle “Nefsim, nefsim” demeyi tercih ettiğine ve milletin menfaatini düşünmemekle, bin adamın, bir adam hükmüne gerilediğine dikkat çeker. Yalnız nefsine himmet edenin ise, gerçek mânâda insan olmadığını ve olamayacağını, çünkü, insanın medenî bir fıtrat üzerine yaratıldığı için hemcinsini dikkate almak zorunda olduğunu söyler. Toplum hayatının ancak bu şekilde devam edeceğini belirtir.

“İttihad-ı İslâm’”; gerçekleşmesi lâzım gelen büyük bir dâvâ ve hülyadır. Bu yolda kendisini dâvâ adamı kabul eden herkese düşen büyük sorumluluklar vardır. Bu da, ihlâs, yürek, enerji, cesaret, sebat, istikamet, sabır isteyen uzun-ince bir yoldur. Bu yolda bıkmadan, usanmadan, heyecan ve ümitle devam etmek ümit ve temennisiyle…

{mosmodule module=imza-eren}Image

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*