Mânevî hastalıklar

İnsanlar farkında olmadan hastalanırlar. Kimsenin isteyerek ve severek râhatsızlanmaya râzı olduğu görülmemiştir. Kişi, hastalığının farkına vardığı zaman hemen tedâvî olmak ister. Bâzı tedâvîler zor ve uzun süreli olabilir. Tıbbın lüzûm gördüğü şekilde ilâçla veyâ ameliyatla; saçma sapan yollarla, koca-karı usûlleriyle, bâtıl yollarla, ama ne olursa olsun bir şekilde iyileşmek ister. Bedenî hastalıklarda durum aşağı-yukarı bu şekilde karşılanır.

 

Fakat iş rûhî ve mânevî sâhalara gelince, kimse hastalandığını kabûl etmek istemez. Çoğu defa, kendisi değil, karşısındakiler onun her hangi bir hastalığa dûçâr olduğunu fark eder. Akrabâ ve dostları onun bu dertten kurtulmasını arzû ederek, kendisini tedâvîye iknâa çalışırlar. Bu türlü bir hasta, kolay kolay râhatsızlığının varlığına inandırılamaz. Kendisiyle ilgilenenlerin kötü niyetli, çıkarcı, şahsının fenâlığını isteyen kimseler olduğunu sanır.

Çevresindekilerin bir kısmı ise adamcağızın bu hastalıklı hâlinden kendilerine eğlence, söz, meşgale çıkmış olmasından âdetâ memnûn olurlar. Hastanın vehmini tahrîk ederler. Derdini büyütmeye çalışırlar. Onu tedâvîye çalışanları engellemek için hasta ile işbirliği yaparlar. Bir gün böyle bir sıkıntının kendi başlarına veyâ sevdiklerine de musallat olabileceğini hesâb etmezler.

Böyle bir hastanın âilesi ve mensûb olduğu cem’iyyet, en az dertli kadar, sıkıntıya mârûzdur. Hem derdini kabullenmeyen hastayı şifâsı için râzı edememeleri, hem onun hayâtını oyuncak yapanları engelleyememeleri musîbetlerini artırır.

Mânevî dertlerin teşhîsinin ve dermânının bedenî hastalıklardaki gibi ilmî kat’iyyetle beyân edilememesi de işin tuzu-biberi olur. Yalnızca maddî ilaçlarla iyileştirilmek istenen bu kabîl dertlilerin pek şifâ bulamadıkları bir vâkıadır. O ilaçlarla birlikte mânevî tedâvîye ihtiyâç vardır. Zamânımızda ise bu işin erbâbı kalmamış gibidir. Karşımıza çıkanların şarlatan olmadıklarından emîn olunamamaktadır. Hattâ işi tıbbî esâslara isnâd ederek çözmek için uğraşanların da temelde dayandıkları insanların çoğu Avrupa’nın bozuk fikirli kısmındandır. Bu sebeble, rûhu kabûl etmeyen ve semâvî bir inançları bulunmayan, her hâdiseyi maddî cihetten yorumlamaya ve çözmeye çalışan şahısların fâsit fikirlerini esas alan bir tedâvî metodunun faydadan çok zarar getireceği açıktır.

Müslüman âlimlerin bu şekildeki hastalar için uyguladıkları pek çok tedâvî şekli günümüzde terk edilmiştir. Târîhin tozlu sayfalarından, Avrupa’da böyle hastalar işkenceye tâbî tutulurken, İslâm ülkelerinde bu dertlerin husûsî hastahânelerde, sâhasında mütehassıs hekimlerin nezâretinde husûsî alâka ve gayretle tedâvîsine çalışıldığını öğreniyoruz. Sesle, renkle, kokuyla, mûsıkîyle, çiçekle, suyla, çeşitli bitkilerden elde edilen ilâçlarla hastaların iyileştirilmesine gayret edildiğini okuyoruz.

Beden sağlığı gibi rûh sağlığının da, bu kâinâtı ve içindeki bütün varlıkları yaratan Hâlık-i Zülcelâl tarafından konulmuş olan, “kullanma tâlimâtları”na uygun hareket etmekle bağlantılı bulunduğunu belirtmek lâzım… Hiçbir şeyin başıboş olmadığını, belli kànûnlara uyumlu olarak çalışmak üzere yaratıldıklarını idrâk etmek lâzım… Semâvî reçetelerle tavsiye edilen ilaçları kullanmak lâzım…

Bu gibi hastalıkların en büyük sebebinin inançsızlık, kanâatsizlik, rızâ ve tevekkülsüzlük, hırs, hased, kîn, adâvet, sû-i ahlâk, sû-i zân, kibîr, enâniyet, hısset, sefâhet, tebzîr.. diye saymaya kalksak bir sahîfe dolduracak olan hayvânî, nefsânî ve şeytânî hissiyât olduğunu dînimiz bize öğretiyor. Bu teşhîsten sonra, gerek Kur’ân-ı Hakîm’de, gerek Resûlullâh’ın (asm) mübârek sözlerinde, gerekse terbiye-i İslâmîyenin fazîletli muallimleri olan evliyâullâhın eserlerinde bu dertlerin devâları da ifşâ ediliyor. Kalıyor hastanın, kendisini hasta olarak kabûl etmesi ve tavsiye edilen reçeteyi hayâtında tatbîki…

Nasıl ki, sağlıklı bir vücûd, içinde ve dışında, ileride kendisini hasta edebilecek pek çok mikrobu taşıyor; fakat, beden zayıf düşmedikçe mikroplar icrâ-yı faâliyet edemiyorsa, şu mânevî illetler de pek çoğumuzda bulunmakla birlikte, ibâdet, tevbe, keffâret ve sâir vesîlelerle bizi yere vurabilecek derecede güçlenmiyorlar.

Kendimizi ve sevdiklerimizi hem maddî hem mânevî dertlerden, musîbetlerden, hastalıklardan kurtarmak için en garantili hayât tarzı, Cenâb-ı Hakk’ın emrine uygun geçirilecek olanıdır. O emirler ve yasakların en bâriz târif edicisi de Hz. Muhammed’in (asm) yaşayışıdır; sünnet-i seniyyesidir.

Erken teşhîs için bu zamanda en mücerreb usûl de Risâle-i Nûr Külliyyâtını yalnızken, âilemizle, dost ve sevdiklerimizle okumak, anlamaya çalışmak, kabullenmek ve öğrendiklerimizi yaşamaya gayret etmektir.

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*