Mevlid Kandili

Miladî Takvimde bu yıl (2021) 17 Ekim 2021 Pazar gününü 18 Ekim Pazartesi gününe bağlayan gece, Hicrî Takvimde 11 Rebiülevvel gününü 12 Rebiülevvel gününe, gene bir Pazartesi gününe bağlayan ve “Peygamberimiz’in (asm) doğum yıl dönümü” (Mevlid Kandili) olan bir gecedir. Miladî ve Hicrî takvimlerdeki bu uyum, fevkalade nadir rastlanabilecek bir hâldir. Bu hâli de düşünerek, o geceyi ibadetlerle ihyaya daha da fazla ehemmiyet verilmesi çok iyi olur.

Peygamberimiz (asm) ayın hareketini esas alan Hicrî Takvime göre Rebî-ül Evvel ayının 12. günü ve Türkçedeki karşılığı “Pazartesi” olan 12. günün sabahı dünyamızı ve rahmet olarak gönderildiği âlemleri teşrif etti. O gün, Miladî takvime göre ise, 571 yılının Pazartesi gününden başka bir 20 Nisan günüydü.

Peygamberimiz (asm) Hicrî takvimle altmış üç yaşını doldurduğu (Miladî: 632 ve Hicrî: 11’deki) diğer bir Rebi-ül Evvel ayının, doğumunda olduğu gibi gene haftanın günlerinden bir Pazartesi gününe tevafuk eden 12. günü de, dünyadaki cismani hayatını terk ederek, ruhu Refik-i Âlâ’ya yükselmişti.

Haftanın günleri arasında “Pazartesi gününün, Peygamberimiz’in (asm) hayatında mühim hadiselerin cereyan ettiği özel bir gün” olduğu dikkati çekmektedir: Peygamberimiz’in (asm) doğumu ile dünyayı ve âlemleri teşrifinden başka, kendisine peygamberlik vazifesinin bildirilmesi, Mekke’den hicretle Medine’ye gelişi ve mübarek ruhunun kabzedilmesi, hep Pazartesi günlerinde olmuştur.

Bundaki hikmetin ne olabileceğine belki de gereksiz yere merakımızı sarf etmek yerine, kendimiz için “bu çok ince sırlı tevafuk”tan alabileceğimiz bazı mühim dersleri de alabilmeye çalışırsak, daha isabetli hareket etmiş oluruz.

“Alabileceğimiz en mühim derslerden biri” de, belki şu olabilir: “Dünyadaki hayatımız bize sanki pek uzunmuş gibi gözükse de ve dünyada ebedî kalacakmışız gibi, ömür sermayemizi değerlendirmekte bazen ihmaller göstersek de; onu sadece –bir Rebi-ül Evvel’in 12. Pazartesi günü gibi– sadece içinde yaşadığımız günden ibaret olarak varsaymamız”, hakikî istikbalimiz ve ebedî menfaatlerimizin bizi beklediği âhiretimiz için daha faydalı olabilir.

Çünkü, insanın ömrü, o ömrü insana veren Allah tarafından birer günlük kısımlara bölünmüştür ve insan, ömrünün birer günlük o birimlerini hangi îman, niyet ve gaye ile ve hangi işleri yaparak geçirirse, kendisine sadece bir defalığına verilmiş ve tekrar verilmeyecek olan ömrünü de öyle geçirmiş olmaktadır.

Bir saatin, zamanı gösteren kısa ve uzun ibrelerini (akrep ve yelkovanını) veya dijital rakamlarını elimizle geriye döndürebiliriz; fakat gafletle geçen ömür saatlerimizi ve dakikalarımızı tekrar yaşamak için, ömür müddetimizi -bir filmi seyrederken öncesine gider ve başa alır gibi- geri döndürebilmek ve tekrar yaşayabilmek imkanımız yoktur! Böyle bir durumda ise, “aklını iyi kullanan bir insan”, geri dönmemek üzere geçen zamanının kıymetini düşünür; onu israf ederek tüketmekten kaçınmaya; çok kârlı bir âhiret ticaretinin sermayesi olabilecek şekilde ebedî ve büyük kârları kazanmak yolunda tam bir şuurla ve dikkatle kullanabilmeye çalışır. Bunu yapabilmek için de, insanlığın en büyük rehberi olan Resulullah’ın (asm) Sünnet-i Seniyyesine tabi olur ve onun ilmî vârisleri olan âlimlerin izinde gider.

Rebi-ül Evvel ayının 12. gününün “Peygamberimiz’in (asm) doğumunun yıl dönümü” olduğu Müslümanların büyük ekseriyeti tarafından bilinmesine rağmen, ayni zamanda “onun (asm) vefatının da yıl dönümü” olduğunun, Müslümanların daha büyük bir ekseriyeti tarafından bilinmemesinin sebebi acaba ne olabilir?

Bu sualin cevabının, onun (asm) “cismen aramızda olmasa da, ruhen aramızda ve ümmetiyle çok alâkadar olması” hakikatiyle ilgili olarak verilebileceği düşünülebilir. Çünkü, Kur’an âyetleri de bize bu hakikati böyle açıkça bildirmektedir:

“Habibim, Biz seni âlemlere (başka bir şey için değil), ancak rahmet için gönderdik.”(Enbiyâ Sûresi, 21/107)

“Şanım hakkı için size bir Resul geldi ki: kendinizden, gayet izzetli, zorlanmanız ona ağır geliyor, üstünüze hırs ile titriyor, mü’minlere raûf, rahîmdir.” (Tevbe Sûresi, 9/128)

Peygamberimiz’in (asm) bu Kur’an âyetleriyle de açıkça bildirilen “rahmet peygamberliği” sıfatı, sadece bu âyetlerin nâzil olduğu zamandaki Müslümanlar için değil; kıyamete kadar gelecek bütün Müslümanlar, bütün insanlar ve bütün âlemler içindir!.

Yukarıda mealleri nakledilen âyetlerde bildirildiği gibi, “mü’minlerin zorlanması ona ağır gelen, onların üstüne hırs ile titreyen, mü’minlere raûf ve rahîm olan” Resulullah’ın (asm), altmışüç yaşındayken bir Rebi-ül Evvel ayının 12. Pazartesi günü vefat etmiş olması değil; onun (asm) o tarihten altmışüç yıl önceki bir Rebi-ül Evvel’in 12. Pazartesi gecesi bedenen doğmuş ve daha sonra -bedenî hayatını dünyadaki her fanî gibi tamamlamış olsa da- “ruhen halen hayatta, kendi aralarında ve kendileriyle alâkadar oluşu” mü’minlerin âleminde çok daha fazla yer almalıdır!..

Rebi-ül Evvel ayının 12. günü aynı zamanda onun (asm) “vefat yıl dönümü” de olmasına rağmen, belki bu sebeple, o gün yalnız “onun (asm) doğum yıl dönümü” olarak hatırlanmakta ve İslâm âleminde daima bu manâyı işleyen programların icrasına çalışılmaktadır.

Bu gerçeğin de ışığı altında, herhalde şu soruyla nefsimizi tekrar murakabe etmeli ve hesaba çekmeliyiz: “Madem ki onun (asm) ‘Rahmet Peygamberi’ olarak, zorlanmamız ona ağır gelen, üzerimize hırs ile titreyen, rahîm ve raûf olan ruhu aramızda ve bizimle alâkadar; acaba biz onunla (asm) ve Sünnet-i Seniyyesiyle ne kadar alâkadarız; bilhassa Hac ve Umre vesilesiyle kabrini ziyaret ettiğimizde, onun (asm) ruhunun bizimle alâkadarlığını ne kadar hissedebildik veya hissedebileceğiz?”

Her türlü hamd ve övgü, medih ve minnet, Âlemlerin Rabbi olan Allah’a (c.c.) mahsustur.

Salât ve selâm, Efendimiz Muhammed (asm) ile, onun Âl ve Ashabı’nın üzerine olsun…

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*