Müsbet hareket ve güvenlik

Müsbet hareketin gündeme gelmesi, bize hayli zamandır yazmayı düşündüğümüz bir konuyu işleme fırsatı verdi:

Müsbet hareket ve güvenlik ilişkisi.

Bilindiği gibi, hak ve özgürlükleri kısıtlayıp demokrasiyi daraltan uygulamaların en önemli, hattâ yegâne gerekçesi güvenlik. Güvenliği tehlikeye sokan tehditler mütemadiyen gündemde tutulmak suretiyle özgürlük ortamı sınırlanıyor.

Bunun en yakıcı örneklerinden biri, yıllardır PKK teröründen bîzar olan ülkemizde yaşanıyor.

Çeyrek asrı aşkın zamandır bir türlü bitmeyen ve bitirilmeyen bu terör, bölgeyi yıllarca OHAL düzenine mahkûm etmişken, ülke genelinde zaten ağır aksak giden demokratikleşme sürecinin ilerleme kaydetmesini de engelliyor.

Kendi vatandaşını iç tehdit olarak gören değerlendirmelerin yer aldığı gizli belgelere millî “güvenlik” siyaset belgesi denilmesi de manidar.

İdeolojik yaklaşımlarla ihdas edilen hayalî tehditler, bu şekilde devletin güvenlik politikalarının tayininde belirleyici kriterler haline geliyor. Dahası, o tehditlerin “gerçek”liğini “ispatlamak” adına birtakım düzmece örgütler ve onların rol aldığı senaryolar dahi tezgâhlanabiliyor.

Sonuçta “millî güvenlik ideolojisi” her türlü demokratik açılım teşebbüsünün önünü tıkıyor.

Dünyadaki durum da ülkemizdekinden çok farklı değil. New York’taki Dünya Ticaret Merkezlerini vuran 11 Eylül saldırılarından sonra sürekli gündemde tutulan El Kaide heyûlâsı ve onun adı kullanılarak gerçekleştirilen terör saldırıları, neredeyse bütün dünya devletlerini sonu gelmez bir güvenlik paranoyasına sürükledi.

ABD başta olmak üzere demokrasileriyle övünen Batı ülkelerinde özellikle Müslümanlara yönelik fişleme ve gözaltılar, havaalanlarındaki olağanüstü güvenlik tedbirleri ve insan onurunu incitecek düzeylere vardırılan sıkı kontroller bu anormal ruh halinin tezahür ve yansımaları.

Aynı paranoyanın had safhada yaşandığı ülkelerden biri de hiç şüphe yok ki İsrail. Netice itibarıyla kendi zalimane politikalarının ürettiği sonuçları “tehdit” olarak ilân edip, onlarla bitmeyen bir “mücadele”ye girişerek, sonu gelmez bir fâsit daire içinde dönüp duruyor. Böylece ne kendisi rahat ediyor, ne de zulmettiği Filistinlilere ve hattâ kendi halkına rahat yüzü gösteriyor.

Umumî harbin, yani Birinci Dünya Savaşının bütün dünyada askerî istibdat rejimlerini güçlendirdiğini ve dalâletten çıkan merhametsizliğin o rejimler altında dehşetli zulümlere yol açtığını vurgulayan Bediüzzaman, bu durumun, ehl-i hakka mücadelesinde kuvvete başvurma yolunu kapattığına işaret ediyor. (Şuâlar, s. 464)

Çünkü kuvvete başvursa, mücadeleyi kazanmak için ya o da hasmının zalimane metodlarını kullanarak birçok masumun hukukunu çiğnemek durumuna düşecek veya böyle bir zulme yol açmama hassasiyetiyle hareket ettiği için, çok büyük zayiat verdiği halde mağlûp kalacak.

Bilhassa bu sebeple Said Nursî hak mücadelesinde kuvvet kullanma şıkkını reddediyor, asayiş ve emniyetin muhafazasına büyük önem veriyor, müsbet hareket prensibine vurgu yapıyor.

Onun için, ona ve talebelerine yöneltilmek istenen “emniyeti ihlâl” suçlaması, ancak “Böyle bir ihtimal olabilir” formatında gündeme getirilebiliyor ve bu ihtimal eksenli itham da Bediüzzaman’ın susturucu cevaplarıyla püskürtülüyor.

Dolayısıyla, onun her hal ve şartta asayiş ve emniyetin muhafazasını esas alan müsbet hareket prensibi, güvenlik ideolojisi üzerine bina edilen her türlü baskı, dayatma, manipülasyon, tahrik ve şiddet projelerini temelden çökertiyor.

Buna karşılık, müsbet hareket esasını kaale almayan mücadele yöntemleri, hele işin içine silâh da girerse, bilumum sızma ve saptırmalara açık yapılar oluşturarak ve baskı-dayatma sistemlerini tahrik edip ellerine koz ve malzeme vererek, onların ömürlerini de uzatmış oluyor.

Çare çok sade ve çok etkili: Müsbet hareket…

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*