Ölenlere değil, ölüme bakın

Mütefekkir yazar Selim Gündüzalp, üç yıl önce bir Eylül ayında dünyaya veda etti.

Hayatta iken ölümü yaşadı, ölümü yazdı ve nihayet ölümü tattı. Yazdığı makalelerin ve kitapların çoğu ölüm üzerine oldu. Risalelerdeki ölüm bahislerini kendine has bir üslûpla, temsil ve misallerle dinleyenlere arz etti.

20 Ocak 2013 tarihli Yeni Asya gazetesinde çıkan makalesinde de, ölümün herkese ve herkesin ölüme ne kadar yakın olduğunu gözler önüne seriyordu.

Aslında ölüm üzerine yazdığımız bir şiir, onun “ölüm” idrakinde o kadar makes bulmuş ki, şiirin bir kıtası makalesinin üst kısmına yerleştirilirken, bir mısrası da makalesine başlık olmuştu.

Şimdi müsaadenizle o şiiri biz de bu makalemize serpiştirelim.

İşte teselli yüklü ilk kıtası:

“Yok olmak, dağılmak, çürümek değil…

Doğumun, olumun eşidir ölüm.

Karanlık yollarda yürümek değil;

Yüz yirmi dört binin peşidir ölüm…”

Burada geçen yüz yirmi dört bin, rivayete mebni peygamber sayısıdır. Başta Peygamberimiz (asm) bütün Nebîler öbür tarafta ve onlara kavuşmak da imanlı ölümle mümkün.

Şiirin ikinci kıtasında, mezaristanı sevdirme gayreti var:

“Korkma bu mezardan, o dahi candır!

Mahşeri bekleyen garip insandır!

En yakın dostundur, hatta babandır!

Ruhun burda kalan naşıdır ölüm!.”

Şiirin üçüncü kıtası, ölenlerin dünyada bıraktıkları sevenlerinin acısını paylaşıyor:

“Anan ölür, hüngür hüngür ağlarsın..

Acı acı yüreğini dağlarsın..

Bu hesabı mezarlıkta bağlarsın..

Gözlerin döktüğü yaşıdır ölüm…”

Dördüncü kıtada, ölümün ömürdeki mevsimine vurgu var:

“Ömür bildiğimiz kısacık sözdür.

Çocukluk bahardır, olgunluk yazdır.

İhtiyarlık solgun sararmış güzdür.

Sonbaharın sonu, kışıdır ölüm.”

Beşinci ve kıymetli Selim Gündüzalp kardeşimizin makalesinin konusu olan kıta şöyledir:

“Gelenler giderler hep akın akın…

Ölenlere değil, ölüme bakın…

Uzakta sanırız, ne kadar yakın..

Gözün az üstünde kaşıdır ölüm…”

Merhum Gündüzalp, uzun makalesinin giriş bölümüne şöyle başlıyordu:

“Öyle diyor Mikâil Yaprak kardeşim.. Ne yazık ki, çevremizdeki göz önündeki ve tanınmış insanlar vefat ettiğinde ancak ölümün hayatımızda bir yer bulduğunu görüyoruz. Bu da yine onlar üzerinden konuşmakla oluyor. Ölenlere bakıyoruz, ama ölümü unutuyoruz. Oysa ölüm, hepimize aynı mesafede… Zengin-fakir, genç-yaşlı demeden her kapıya, her yolcuya aynı mesafede. Her insan her an ölebilecek eşikte.

Ölümün hayata karşı sorusu şudur: “Hazırlıklı mısınız?”

Soralım biz de kendimize: “Hazırlıklı mıyız?”

Bir evden diğer eve taşınmak bile günler alıyor hayatımızda. Oysa dünya evinden ahirete taşınmak o kadar kolay ki.. Bir anda gerçekleşiyor. Gidiş o kadar hızlı ki, “Gelecek misin?” diye bize sorulmuyor bile.

Dünyaya hiçbir şey getirmeyen, yine bu dünyadan da hiçbir şey götürmeden gidiyor. Geride kalanlar, uğurlayanlar şaşkın… Ne oluyor böyle? Dünyaya sığmayan bir insan, bir karış toprağa nasıl sığıyor şimdi?” 1

VE ÖLENLERE DE BAKMAK..

Uzun yıllar önce yazılan şiirimizin rağmına bugün “ölenler”ine de bakma durumunda olduğumuz ölümleri fark ediyoruz. İşte Mehmet Özkan Ağabeyin anî ve beklenmedik ölümü karşısında, gel de ölenin ardından gıpta ve merakla bakakalma bakalım. Her zaman ve her vesileyle ölümün mâna ve mahiyetini hatırda tutan iman ve Kur’ân hizmetkârları olarak, ölen bu “hizmet eri”nin ardından iki noktayı nazarından uzak tut bakalım, tutabilirsen…

Birincisi: Hizmet yolunda, inşaallah “hüsn-ü hatime” ile gidenin nasıl bir saadete ve kimlere kavuştuğu…

İkincisi: Gidenin hizmetteki yerini dolduracak olanların, ölüm gelip çatmadan düşünülüp düşünülmediği…

Dipnot:

1- Şiirin tamamı, Toprağın Nutku adlı kitabımızda, Yeni Asya Neşriyat, 1996.

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*