Ruh ve kalbi keskinleştirmek

Meşhur devlet adamı Abraham Lincoln demiş: “Ağaç kesmek için bir saat zamanım varsa, kırk dakikasını baltamı bilemek için harcarım.”

Aynı konuda bir de hikâye var. Belki de duymuşsunuzdur ama biz yine de anlatalım. İki adam bir ormanda ağaç kesiyorlarmış. Ancak birisi, bir ağaç keser kesmez hemen diğerine başlar, hiç dur durak bilmez, sürekli çalışırmış. Yemeklerini bile ayaküstü ancak yiyor, geç saatlere kadar kan ter içinde çalışıyormuş.

 

Diğeri ise ara ara oturup, dinleniyormuş. Vakit geç olmadan da evine dönüyormuş. Hafta biterken, çok çalışan adam diğerini ziyarete gider. Fakat hayretle görür ki, arkadaşı kendisinden iki-üç kat daha fazla ağaç kesmiş. Büyük bir şaşkınlıkla sorar: “Otura otura nasıl bu kadar çok ağaç kesebildin? Arkadaşı sakin bir şekilde cevaplar: ‘Senin tarzını bilemiyorum ama ben, balta körelmeye başlarken ara ara onu bilemek ve keskinleştirmek için otururum. Sen de bilirsin ki, keskin balta hem insanı daha az yorar, hem de daha çok keser. Kaldı ki dinlenerek güç kazanmak da yine işim içindir…’”
Evet, hayat böyledir. Hepimiz sanki bitmek tükenmek bilmeyen bir ormanda sürekli bir şeyler keser, çalışır, çabalarız. Ancak sonuç her zaman dökülen ter ve harcanan emekle doğru orantılı değildir. Zira dünya nankördür ve merhametsizdir. Dünyayı birinci derecede hedefleyip de kendisine zaman ayırmayanlara, ilim ve sanatı bir kenara itip körü körüne, metodsuz, plansız ve programsız çalışıp didinenlere karşı acımasızdır. Hele ruh ve kalbin teneffüsü ve gıdası olan mânevî hayat ve ibadete zaman ayırmayanlar için daha da merhametsiz ve daha da yıpratıcıdır.
Gerçekte insan, hem dünya hem de ahiret işleriyle uğraşırken hem maddî hem de mânevî kabiliyetleri başlangıçta ne kadar keskin ve ne kadar hassas olursa olsun bir baltadan, bir kılıçtan daha çabuk körelmektedir. Baltanın taşa vurulduğu büyük hatalardan bahsetmeye zaten gerek yok… Körelme, zaman ve ülfet perdesi altında gizlenerek o kadar sinsi bir şekilde yayılır ki, fark edildiğinde neredeyse her şey bitmiş demektir. Paslarını çözmek ve kazımak, keskinliğini artırmak ancak büyük gayretlerle mümkündür.
İmam-ı Gazalî, meşhur Nizamiye Medreselerinin şimdiki tâbirle kurucu rektörü, yüzlerce âlimin kendisinden ders aldığı ve zamanının halife, hükümdar ve devlet ricâlinin saygıda kusur etmediği bir dönemde, bütün ısrarlara rağmen birden bütün şan ve şöhreti elinin tersiyle itip inzivaya çekilmişti. Ona göre, Nizamiye Medreseleriyle “âleme nizâmât vermek”, büyük kalabalıklara konuşmalar yapmak ve şan ve şöhret, kalb ve ruhunu o kadar köreltmişti ki, keskinleştirmek için on seneye ihtiyaç duydu.
Bediüzzaman Hazretleri de benzer şekilde… Şarktan gelip kısa sürede, Osmanlı’nın en yüksek dinî ve ilmî müessesesi olan “Darü’l-Hikmeti’l-İslâmiye”de görev yapacak seviyeye yükselmesi, birçok devlet ricâlinin iltifatına mazhar olması; onun kendi kendini hesaba çekmesine engel olamadı. Derin tefekkürleri ve kendi nefsini muhatap alarak okumaları, her bir hadiseyi ve her bir muhasebeyi kendi iç dünyasında cerrâhî bir ameliyata dönüştürmüştü. Esarette iken Kosturma’nın beyaz gecelerinde başlayan, Eyüp Sultan ve Yuşa tepelerinde devam eden intibâh-ı ruhî ve derin nefis muhasebeleri ve Ankara’nın en kara günleri en nihayetinde eski Said dönemini kapatıp Van’a çekilmesiyle sonuçlanmıştı. Şüphesiz kaderin verdiği vazife ve mekân ise daha farklıydı. O artık yeni bir hizmete ve vazifeye başlamıştı. Barla’da altı-yedi kişiye verdiği Risale-i Nur dersini, içinde yüzlerce âlimin bulunduğu elli bin kişilik Ayasofya Câmii’ndeki vaazından daha önemli görüyordu. Geniş ve âfakî dairedeki meşguliyetleri bırakıp bu milletin içindeki iman cevherini paslardan ve hastalıklardan kurtarmayı hedefliyordu. Bunun için de en önce, kalb ve ruhları inkişaf etmiş, nazarları ve basireti keskin talebeler yetiştirmeye başlamıştı. İman kurtarmanın önemi, içtimâî hayattaki istikamet ve günlük hadiselerin tesirine kapılmamakla ilgili bir konuda bir talebesine yazdığı mektupta: “İşte bu dakik sırrı, senin Ispartalı kardeşlerinin bir kısmının akılları görmese de umumunun keskin kalbleri görmüş ki…” şeklindeki ifadesinde, yetiştirdiği talebelerinin kalb ve ruhlarındaki keskinliğe ve ferasete dikkat çeker.
Bilindiği gibi Risale-i Nur bizlere her zaman en kısa yolu ve en keskin ve en parlak vasıtaları takdim eder… Yine onları aynı kısalıkta ve keskinlikte muhafaza etmeyi ister. Cenab-ı Hakk’a vâsıl olacak yolları ve adımları sayarken: “Hem şefkat dahi aşk gibi, belki daha keskin ve daha geniş bir tarîktir [yoldur] ki, Rahîm ismine îsal eder [ulaştırır]. Hem tefekkür dahi aşk gibi, belki daha zengin ve daha parlak bir tarîktir ki, Hakîm ismine îsal eder” der. Yine kalb için “Samed âyinesidir” der ve onu hakikat nurlarına makes olacak şekilde parlatır ve parlak tutar.
Tarihçe malumdur ki İslâm’ın mânevî kılıcı maddî kılıcından her zaman daha keskindir. Maddî kılıcın uzanamadığı kalb ve ruhların en derin noktalarına ulaşıp oradaki küfür ve inadı, nefis ve şeytanın hile ve tuzaklarını kesip atmıştır. Kısa zamanda dünyanın önemli merkezlerine ulaşmasındaki sır buradadır. Gerçekte Risale-i Nur, bu mânevî kılıç üzerindeki asırların kalıntısı olan kir ve pasları silip temizleyen, hakikatı bütün parlaklığıyla ortaya çıkaran bir tecdid hareketidir. Nitekim Bediüzzaman Hazretleri, Muhakemat isimli eserinin başında: “Maksadım: Ol elmas kılınca saykal vurmaktır” der.
Şüphesiz insanoğlunun çalışma ve gayretleri sadece sonuçlarıyla değerlendirilemeyecek kadar geniş ve karmaşıktır. Bazılarının meyvesi hemen, bazıları yıllar sonra, bazıları da sadece ahirette elde edilmektedir. Ancak bütün bunların da farkında olarak bazı faaliyetlerde aşırı gayretlerimize rağmen mevsiminde meyvelerini toplayamıyor ve aşırı derecede yıpranıyorsak kendimizi bazı hususlarda mutlaka gözden geçirmeliyiz. Hep âleme nizâmât vermek, dünyayı düzene sokmak ve başkalarını ıslah etmeye kısa da olsa bir ara verip, kendimizi ıslah etmeye, pasları silmeye, sünnet-i seniyyeye uymayan huy ve mizaç şekline dönüşmüş davranışlarımızı bir düzene sokmaya bakmalıyız. Nitekim Risale-i Nur’da “Kendi nefsini ıslâh edemeyen başkasını ıslâh edemez” denilmiştir. Bediüzzaman Hazretlerinin çok önem verdiği, şahsî ibadet ve tefekkürlerden, namaz tesbihatına; günlük okumalardan, “Lâakal [en az] on beş günde bir okunmalı” dediği “İhlâs Risâlesi”ne kadar birçok husus nefisleri terbiye etmek, kalb ve ruhları parlatmak ve keskinleştirmek içindir.

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*