Sadeleştirme mi, Cibali Baba olmak mı(!)?

alt

Bu yazı, Risale-i Nurları sadeleştirme yanlışına düşmüş ve kulaklarını, bugüne kadar hizmet için sadece hakikatleri konuşmuş ağabeylere tıkayan kardeşlere sesleniştir.
   
 Bir fincan kahvenin kırk yıl hatırı olur da, bu dehşetli asırda tereyağından kıl çeker gibi, imanımızı dalâlet kuyularından, bir tek misaliyle ve büyüleyen izahıyla çekip çıkaran, Bediüzzaman’ın hiç mi hatırı yoktur? Harika tarzıyla asra damgasını vuran Bediüzzaman’ın, milyonları aşan talebeleriyle, kurtardığı imanlarla, ne hayretleri tahrik eden bir Külliyat ortaya koyduğunu aklı, vicdanı, yüreği samimî insanlar, takdirle minnettarlıkla anlıyorlar. Onun müsaade etmediği sadeleştirmeye, en azından minnettarlığımızın ifadesi olarak, karşı durmak gerekmez mi? Bediüzzaman’ın eserleri, küfrün tuzağına düşmekten kurtarıp, imanî meselelerde adeta elle tutarcasına kanaat oluşturmuş. Üstelik gözünde ne cennet sevdası, ne de cehennem korkusu olmayan bu Nurdan Adam, öyle dehşetli bir dönemde, alevler içindeki imanın kurtuluşuna ellerini uzatmış ki, içerden ve dışarıdan Kur’ân’ın söndürülemez ışığını söndürmeye uğraşırlarken…

Bu işin başındakiler (perde arkasındakiler) hariç, diğerlerinin samimî olduklarına bir şüphemiz yok. Onlar buna inandırılmış. Ama bu safdil düşünce, Cibali Baba durumuna düşürmüştür. Risale-i Nur’dan, küfür cephesine atılan iman güllelerini, bu sadeleştirme işi, havada yakalamaktır, küfre vereceği tahribatı önlemektir. Yıllarca süren, etkisiz bırakma oyunları, onca mahkeme ve beraatla neticelenmesi, hevesleri kursakta bırakmıştır. Bunun içindir ki, o kirli düşünceli, kirli elli insanlar, defalarca değişik oyunlara girmişlerdir. Şimdiki oyun ise, saf insanlara bu sadeleştirme oyununu oynatarak, emellerine ulaşmaktır. Bu oyunun amacı Risale-i Nur’un tesirsiz kalması ve özelliğini yitirerek, ellerden ve gönüllerden uzaklaşmasını sağlamaktır.

Bediüzzaman, Beşinci Desise-i Şeytaniye’de: “Ehl-i dalâletin tarafgirleri, enâniyetten istifade edip kardeşlerimi benden çekmek istiyorlar. Hakikaten, insanda en tehlikeli damar enâniyettir. Ve en zayıf damarı da odur. Onu okşamakla çok fena şeyleri yaptırabilirler” diyor. Kur’ân’a ve onun sarsılmaz tercümanı olan Risale-i Nur’a, bitmek bilmeyen saldırılar, maalesef her dönem değişik oyunlarla devam etmektedir. İçerden ve dışarıdan bu oyunları oynayanlar, ilmî enaniyetine yenik düşebilecekleri ve iyi niyetli safları ele geçirip, güya “Bu hizmet olacak, çok daha güzel olacak!” deyip kandırmakla tahribatı gerçekleştirmiş olacaklar. İşte bu tahribat da yapılıyor.

Bediüzzaman, her dönem hizmete ışık tutacak tesbitine devam ediyor: “Bir şey daha kaldı; en tehlikesi odur ki: İçinizde ve ahbabınızda, bu fakir kardeşinize karşı bir kıskançlık damarı bulunmak, en tehlikelidir. Sizlerde mühim ehl-i ilim de var. Ehl-i ilmin bir kısmında bir enâniyet-i ilmiye bulunur. Kendi mütevazı da olsa, o cihette enâniyetlidir; çabuk enâniyetini bırakmaz. Kalbi, aklı ne kadar yapışsa da, nefsi, o ilmî enâniyeti cihetinde imtiyaz ister, kendini satmak ister, hattâ yazılan risalelere karşı muaraza ister. Kalbi risaleleri sevdiği ve aklı istihsan ettiği ve yüksek bulduğu hâlde, nefsi ise, enâniyet-i ilmiyeden gelen kıskançlık cihetinde zımnî bir adâvet besler gibi, Sözler’in kıymetlerinin tenzilini arzu eder—tâ ki kendi mahsulât-ı fikriyesi onlara yetişsin, onlar gibi satılsın. Halbuki, bilmecburiye bunu haber veriyorum ki:

“Bu durûs-u Kur’âniyenin dairesi içinde olanlar, allâme ve müctehidler de olsalar, vazifeleri, ulûm-u imaniye cihetinde, yalnız yazılan şu Sözler’in şerhleri ve izahlarıdır veya tanzimleridir. Çünkü, çok emârelerle anlamışız ki, bu ulûm-u imaniyedeki fetvâ vazifesiyle tavzif edilmişiz. Eğer biri, dairemiz içinde nefsin enâniyet-i ilmiyeden aldığı bir hisle, şerh ve izah haricinde bir şey yazsa, soğuk bir muaraza veya nâkıs bir taklitçilik hükmüne geçer. Çünkü, çok delillerle ve emârelerle tahakkuk etmiş ki, Risale-i Nur eczaları Kur’ân’ın tereşşuhâtıdır; bizler, taksimü’l-a’mâl kaidesiyle, herbirimiz bir vazife deruhte edip o âb-ı hayat tereşşuhâtını muhtaç olanlara yetiştiriyoruz” diyor.

Malûmunuz, dönem dönem cemaat üzerinde değişik oyunlar oynanarak, bu tesbitler tamamen gerçekleşmiştir. Samimî Nur Talebesinin aklına asla kıskançlık gelmez, gelmemeli. Beyninin haddi değil ki, Nurlardan tesirli bir şey yazmayı düşünsün. Bilir ve bilmeli, dünyanın bütün kıskançlıkları bir araya gelse, bütün fikirleri bir olsa, Allah ilham vermedi mi, böyle bir Kur’ânî reçete, kandil cümleler, asla kaleme alınamaz. Mümkün olmayacağından, eserlere kendi malı gibi sahip çıkar.

Hadi kıskançlık yok diyelim, inşaallah öyledir. Bu kardeşlerimizin: “Anlaşılmıyordu. Şimdi daha iyi anlaşılıyor” dediklerini biran için doğru farz edelim. Peki, demezler mi: Madem anlaşılmıyordu, bu kadar Nur Talebesi başka âlemlerden mi geldi? Üstelik eskiden eğitim seviyesi daha düşük ve imkânlar alabildiğine kısıtlıyken. Şimdiki gibi teknolojinin, kitabın bol olmadığı bir zamanda, Nur sevdalıları canla başla sahip çıkarak, dağdaki çobana varana kadar iman hakikatlerini ulaştırmışlar. Eline kitabı alan hangi sınıftan insan olursa olsun, ruhlarına mana yıldırımları düşmüş, hakikatlerin etrafında pervane olmuşlar.

“Anlaşılmıyordu” demekle, o hakikatlere pervane olan insanların anlayışına hakaret olmuyor mu? Onlarca yıldır her okuyuşta Nurların denizine yelken açarak, ayrı manalarla, feyizler alıp, Allah’a artan imanla, reçeteyi yazan Hekime bağlılıklarından dolayı, bu anlaşılmaz girişime haklı feveranlarını dile getiriyorlar.

Bir çiçekteki sanat-ı İlâhîyi anlamayan kör vicdanlıya, anlaması için çiçeği ne kadar sadeleştirirsen sadeleştir anlamayacaktır. En basit bir şey bile, dikkat edilmeyince anlaşılmıyor. Bazen karşımızdaki, aynı şeyi defalarca anlatıyor, dikkatimizin dağılması dolayısıyla anlaşılmaz oluyor. Anlamak için, dikkat gerekli! İstanbul’un sokaklarını dikkatle dolaşmayan, Anadolu’dan gelen bir insan, hiçbir şey anlamaz. Ama dikkatle muhabbetle gezdiği zaman, içinde dolu dolu İstanbul muhabbeti oluşuyor. Dostluklar bile anlamakla oluşuyor. Anlamak için onu sadeleştirmiyoruz, anlamaya çalışıyoruz. “Arkadaş seni sevemedim, anlamadım, dur seni sadeleştireyim” demiyoruz. Emek, fedakârlık neticesinde tanıma, anlama ve can dostluğu oluşuyor.

Hedefleri sadece Risale-i Nur’a dört elle sarılıp, iman kurtarma ve gayreti olmuş, Nur cemaati adına, Bediüzzaman’ın vâris, nâşir ve kahraman talebeleri olan Mustafa Sungur (merhum), Abdullah Yeğin, Hüsnü Bayram, Ahmed Aytimur, Salih Özcan, M. Said Özdemir Ağabeylerin, sadeleştirme çalışmalarının durdurulması için, gayet nezih bir şekilde kaleme aldıkları mektup, yerine ulaşmamış, ne hikmetse cevap gönderilmemiştir. Müsbet adım atılmamıştır. Oysa ağabeyler, nefisleri namına değil, gözbebekleri olan Nurlara sadakatleri ve gerektiği için, sahip çıkmış, sadeleştirmeden tahribat ve aslından uzaklaşma çıkacağı için, gereken izahı, uyarıyı yapmışlardır. Allah razı olsun, yapmaya da devam ediyorlar. Umulur ki bu dehşetli yanlıştan, hesabı ahirete kalmadan dönerler. Allah biliyor ya, bu kardeşlerimizin, sadeleştirmeden dolayı hesaplarının ahirete kalmasına, şimdilik taraftar değiliz.

Başta Rahmetli Sungur Ağabey olarak Üstadın varislerinin, has talebelerinin asla hakları olmadığı halde, diyelim ki böyle bir girişimde (sadeleştirme) bulunmuş olsa idiler, onlar için: “Ne de olsa Üstadın varisleri, en azından bu özelliklerinden dolayı bu değişikliğe girmiş olabilirler” diye asla düşünmezdik, yanlışlığı da, nefesimiz yettiği sürece haykırırdık. Onlar ömürlerini ve hayatlarının en önemli yıllarını bu dâvâ uğruna feda ettikleri halde, hiç böyle bir şeye yeltenmemişlerdir. Böyle girişimde bulunsaydılar, zaten Bediüzzaman’a has talebe, varis olma şerefine ulaşamazdılar. Ama ağabeyler, kendi hayatlarını sadeleştirmeyi tercih etmiş, inadı, enaniyeti bir kenara bırakarak, iman hakikatlerine dört elle öyle sarılmışlar ki, asla Üstadın tek bir sözünün dışına çıkmamışlardır. Sade hayat yaşarken, kitabın ve sadakatin orijinalinden, uzaklaşmamışlardır. Hayatın sadesini, çilenin katmerlisini yaşarken, kitabın kelimesine dokunmadan ruhu canla dâvâya kucak açmışlar ve defalarca sadakat sınavından geçmişlerdir…

Evet, herkesten ziyade iman hakikatlerine, ömürlerini vermiş o kandil ağabeyler, varisler, bu meselede söz sahipleri. O, çilenin ve dava adamlığının gönüllü fedaileri, bu mevzuda zaten hiçbir zaman, hizmete vakfettikleri ömürlerinden dolayı, enaniyete girip, kendi düşüncelerini zikretmemişler. Başından beri Üstadın tarzına, sözlerine sadık kalarak, bu işin yanlışlığına, yine Üstadın diliyle cevap vermişler…

Osmanlıya hayranlık duyan her vatansever, Bediüzzaman’a, genlerimizde olan bu orijinal dil için, minnet duymalı. En önemlisi, Risale-i Nur’daki harika üslûp, o muhteşem kelime zenginliği ve dizilişi, hoca efendinin Üstad’a: “söz sultanı, asrın beyin yapıcısı” gibi haklı tanımları yaptırmıştır. Yoksa sıradan bir üslûp olsa idi, ne kendileri hayranlık duyup bu tanımlamaları yapardı, ne de biz, müellifin eserinde kullandığı dili savunmak için, bu mücadeleyi vermezdik.

Sanki Kader-i İlâhî, asırlarca İslâm’a bayraktarlık yapmış muhteşem bir milletin dilinin unutulmaması için, eserlerin böyle yazılmasını murat etmiş. Allah var, sizler organizasyon işini, iyi beceriyorsunuz, kutlarım. Dünya çocuklarına ne güzel Türkçe öğretiyorsunuz. Türkü, şarkı öğrettiniz, ne harika şiirler okuttunuz. Bu gayretin azını gösterip, gençlere ve okumak isteyenlere Risalelerdeki kelimelerin manalarını da öğretebilirdiniz. Hatta bakın size bir fikir vereyim: ‘Risale-i Nur’u Anlama Olimpiyatları’ düzenleyebilirsiniz. Hiç Türkçe bilmeyene Türkçe öğret, sonra gel: “Anlamıyoruz, anlamıyorlar” diye Risale-i Nur’un tahrip edilmesine sebep ol. Bunda, dışarının ve içerdeki fikri bozuk insanların eserleri imha etmek için dayatması var şüphemizi kuvvetleştiriyor… Ha! Bir soru daha: İyi anlaşılsın diye, hoca efendinin kitaplarını sadeleştirdiniz mi?

Sizin, bu sadeleştirme mevzuunda böyle inanılmaz inadınız, Üstadın talebelerini, ağabeyleri hiçe saymanız bile bu meselede ne kadar haksız olduğunuzu ortaya koyuyor.

Zaten aziz ağabeyimiz Mustafa Sungur (merhum), sadeleştirme yüzünden kalbi, ebedî âleme kırık gitti. Bir helâllik bile alınmadı. Sadeleştirme konusunda iyi niyetli olsaydınız, en azından Üstadın bu mevzudaki kesin olumsuz tavrını anlamaya çalışır, ağabeylerin haklı karşı çıkışlarını kulak ardı edip, bildiğinizi uygulamazdınız. Ağabeyler Üstad’a itaat ederek “hayır” diyorlar, siz inadınızın ya da başka tezgâhların oyununa gelip, “evet” diyorsunuz. Samimî insan inat etmez. “Bunda da bir hikmet var” der, geri adım atar. İnsan, “İyi niyetliyim“ diyerek haksızlık yapabilir mi?  İyi niyetle, inadına zarar verir mi? Maalesef iyi niyet göremiyoruz. Bir şeyler dönüyor ve Rabbimiz bunu çok iyi biliyor.

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*