Babil Kulesi ve Kur’ân’dan süzülen Nurlar

Dünyaca meşhur Lübnanlı yazar Amin Maalouf bir romanında, Birinci Dünya Savaşı sonlarında Fransızlar tarafından işgal edilen Beyrut sokaklarından bir kesit takdim eder… Yazar roman kahramanını konuşturur: “Şu insanlar ne kadar acaip! Daha dün bu sokaklarda herkes Türkçe konuşuyordu, bugün ise Fransızca konuşuyor!”

İşgalin Maraş sokaklarında ilk yaptığı başörtüsüne saldırmaktı. Beyrut sokaklarında ise altı yüz sene dünyaya hükmeden Osmanlı’nın dilini ve kültürünü yasaklamakla işe başladı. Başkaları bunları birbirinden pek ayırmamış, ama biz nedense ayrı düşünüyoruz, aralarında fazla irtibat kuramıyoruz. Ancak işgalin tutup tutmadığının mühim iki göstergesini göz ardı etmemek gerekiyor.

Lübnan’da insanların önemli bir kısmının Fransızcaya hazır olmaları ve hemen kabullenmeleri belki de yaklaşık yüz senedir durmayan kanın izahında dikkate değer bir noktadır. Tarih boyunca kavgasız dövüşsüz bir arada yaşayan kavimler Batılılar gelince bir daha huzur bulamadılar. Onlar gittiler, ancak kavga bitmedi. Sebebi ise, giderken dillerini, kavramlarını, lügatlarını ve sözlüklerini de bırakıp gitmeleridir. Bıraktıkları sefih medeniyetlerinin yanında bunları da ihmal etmemek gerekiyor. Onların lügatlarında din başkadır, milliyet başkadır, kavim başkadır, ahlâk başkadır… Her bir kelime her bir kavram huzurun, tanışmanın, kaynaşmanın değil; fitnenin, kavganın, kargaşanın, bölünmenin, husûmet ve düşmanlığın adıdır, sebebidir, gerekçesidir.

Bediüzzaman Hazretlerinin ilk yıllarda Osmanlıca el yazması Risâle-i Nur eserlerini Suriye, Lübnan, Hicaz ve Mısır’a göndermesi ilk bakışta garip gelebilir. Anlaşılan, Osmanlı dil olarak da medeniyetini bir süre daha devam ettirmişti ve Türkçe eserler oralarda da okunup anlaşılıyordu. Öyle ya İstanbul’da çıkan neşriyatı ve eserleri Beyrutlular, Beyrut’ta basılanları da İstanbullular asırlardır okumuş ve takib etmişlerdi.  

Osmanlıyı tamamen yıkmak isteyenler en sonunda Lübnan’da, Mısır’da fazla zaman kaybetmeden geldiler, tezgâhlarını Ankara’da kurdular. Türkçeye öyle bir suikast yaptılar ki, asırlardır Adriyatik’ten Çin seddine kadar birbirini anlayan, ticaret yapan, aynı medreselerin şubelerinde aynı kitaplarla ders gören, aynı hutbeleri dinleyen, aynı alfabeyle mektuplaşan insanlar, kısa zamanda “Babil kulesinde” gazaba uğramış kavim gibi yetmiş iki dile ve lehçeye ayrılıverdiler ve hâlâ kimse birbirini anlamıyor. Birbirimizle, bizleri ayıran Batılıların dilleriyle anlaşabiliyoruz ancak.

Cezayir gibi memleketlerde mahallî olarak konuşulan Berberi lisanına geçme gerekçesiyle, güya milliyetçilikle Arapça horlandı. Mahallî dil ihtiyaçları karşılamayınca Fransızca konuşulmaya başlandı ve bin küsur yıllık Müslüman memleketinde resmî dil Fransızca oluverdi. Pakistan ve Hindistan gibi başka misaller de çoktur. Aslında Türkiye’de yapılmak istenen de budur. Plana göre Türkçe iyice bozulacak ve sürekli uydurulan kelimelerle kararsız ve anlaşılmaz hale gelecek. En sonunda uzun dönemde de okunmak ve anlaşılmak isteyen yazarlar, eserlerini İngilizce yazmaya başlayacak. Çünkü İngilizcenin bir kelimesiyle oynamak kimsenin haddi değildir. Ancak Risâle-i Nur bütün bu planları alt-üst etti, “dilde de imam olduğunu” gösterdi.

Bugün İngilizce gibi dillerin dünya hâkimiyetinin en önemli sebeplerinden birisi teknolojidir, diğeri de dildeki çok sayıda Latince ve Yunanca kelime ve kavramlardır. Bunlar dili hem zengin hem de o iki dile aşina olan diğer milletler tarafından kolayca öğrenilebilir hale getirmiştir. İhtiyaç duyulan bütün kelimeler aynı dilden alındığı için Doğudan Batıya dil birliği bozulmamıştır. Osmanlı Türkçesi Adriyatik’ten Çin’e kadar ihtiyaç duydukları kelimeleri komşularından alsalardı veya uydursalardı, o kadar geniş bir coğrafyada anlaşılmaz hale gelecekti. Yeni kelimeler Arapça ve Farsçadan alınarak şarktan garba dil birliği muhafaza edilmiştir. Ayrıca Kur’ân-ı Kerim dili olan Arapçaya aşina olan toplumlar da Türkçeyi kolaylıkla öğrenmişlerdir.

Evet, bir zamanlar İstanbul, Kahire, Beyrut, Tebriz, Buhara ve Taşkent birbirlerini anlıyorlardı. Şimdi onlardan geçtik, İstanbul’da dede torun birbirini anlamıyor. Ancak her ikisi de, Amerikalıyı veya Fransız’ı çok iyi anlıyorlar. Sebebi basit; dildeki sadeleştirme adıyla takdim edilen suikast…

Malûm cumhuriyetin ilk dönemlerinde, bin yıldır günlük konuşmalarımızda da kullandığımız Farsça ve Kur’ân esaslı Arapça kelimelerin dilimizden atılması şeklinde yukarıda da bahsedilen uzun vadeli hedefleri olan bir saldırı başlatıldı. Atılan kelimelerin yerine, çoğunlukla terk edilen eski Türkçe ve Moğolca kelimeler, yeni tanışılan Fransızca, İngilizce ve hatta Ermenice kelimelerle ve en kötüsü de hiç bir esası ve kaidesi olmadan uydurulan kelimeler dile sokuldu. Sekiz on kelimenin yerine bir iki kelime ikame edilerek dil hem bozulmuş hem de iptidaî Afrika dilleri gibi fakirleştirilmişti. Dilin tahribindeki en önemli hedeflerden birisi de, İslâm medeniyetinin en parlak dönemlerinden olan Selçuklu ve Osmanlı medeniyetine ait kitapların anlaşılamaz hale getirilerek köksüz bir nesil yetiştirmek ve en sonunda da Batı medeniyetine yamayarak, kul ve köle yapmaktı.

İşte Risâle-i Nur, böyle bir zamanda kaleme alındı. Elbette Risâle-i Nur’un hedefi dili kurtarmak değil, ehl-i imanın imanını kurtarmaktır. Ancak “dil ve beyan” Rahman Sûresi’nde ifade edildiği gibi en mühim nimetlerden ve vesilelerden biridir ve büyük bir önceliği vardır. Bediüzzaman Hazretleri, dili okullarda tahrip edilerek İslâm medeniyetine ve kavramlarına yabancı hale getirilmiş yeni bir nesil yetişmesine rağmen eserlerini aynı zenginlikteki lisan ile yazmaya devam etti. Risâle-i Nur, “yazıldı ya da kaleme alındı” diyoruz. Ancak inceleyenler onun bir sünûhat ve ilham eseri olduğunu hemen fark edecektir. Eserin müellifi olan Bediüzzaman Hazretlerinde her ne kadar muazzam bir ilim ve hikmet, deha ile ifade edilen bir zekâ, hafıza ve kabiliyetler olmakla birlikte, eserlerdeki ilim ve hikmet ve zamanımız insanının ihtiyacı olan geniş bir sahadaki derinlemesine vukufiyet ve izahlar beşer takatinin üzerindedir. Bediüzzaman Hazretlerindeki bütün bu hususiyetler sünûhat ve ilhama mazhariyet için parlak bir ayna olmaktan başka bir şey değildir.

Şüphesiz, bin yıllık medreseleri, mektepleri, kültürü, medeniyeti, dili ve benzeri bütün değerleri ve müesseseleri yerle bir edilen bir millete ve bir nesle; elbette Risâle-i Nur gibi bir külliyat ile imdat etmek Cenâb-ı Hakk’ın rahmet ve hikmetinden uzak değildir. Bu sebeple Risâle-i Nur sadece okunup geçilecek bir kitap değildir. Bir medeniyettir, irfandır, kültürdür, medresedir, mekteptir, üniversitedir ve öğrenilenlerin yaşandığı hayattır. Kur’ân-ı Kerim’in tefsiri olduğu için, hem bir ilimdir, hem bir duâdır, hem bir fikirdir, hem bir zikirdir. Kur’ân-ı Kerim’in her tarafında geçen ve hakikat hazinelerinin bir anahtarı olan Esma-i Hüsna’nın bir talimidir. İki cihan saadetine vesile olacak ilimlerin tahsilidir. Bir mekteptir, bir medresedir, fakat zahirî olarak hocası, sınıfları, mertebeleri ve fakülteleri yoktur. Bu vazifeleri gören hususiyeti ise onun belirli bir silsileyle öğrettiği dilidir, üslûbudur, kavramlarıdır, Kur’ân’dan tereşşuh eden kelâmıdır, terkibleridir. Cemaatteki müzakere, feyiz ve hizmet ile kazandırdığı ihlâs, samimiyet ve sadakattır. Kelimelerin ve manaların hepsi el ile yakalanamaz: kimisi su, kimisi hava, kimisi de ışık gibidir…

Risâle-i Nur’da güneş kelimesi çok yerde geçer. Ancak bir sûre ismi olan ve Kur’ân-ı Kerim’de defalarca geçen hatta dört-beş bin yıllık kazılardaki tabletlerde de geçen “şems” kelimesi de zikredilir. Yer kelimesinin yanında “Arz ve Sema’nın Rabbi” olarak ifade edilen hatta Batı dillerinde de, Arapça diyerek kimsenin atmayı düşünmediği “Earth” olarak kullanılan Arz kelimesi de çokça kullanılır. Kur’ân-ı Kerim’de çokça geçtiği ve diğer kelimeler gibi büyük bir derinliğe sahip olduğu için “sema” kelimesi zikredilir. Ancak bir de bakarsınız, ana dili Türkçe olanları bile hayrete düşüren bir kelimenin Sekizinci Söz’de “Kuyunun duvarında ‘göğermiş’ olan o ağacın iki kökü var.” şeklinde kullanıldığını da görürsünüz. Yunus Emre Türkçesindeki “gök ekin”den, gök ve yeşilin yakın manalarda kullanıldığı eski Türkçe’ye kadar gidebilirsiniz. Her kelimenin bir tarihi, bir mazisi ve bir kaynağı vardır. Misaller çoğaltılabilir.

Bilindiği gibi Risâle-i Nur’da Kur’ân-ı Kerim’in harika üslûbu incelenir. Onun, küçücük çocukların bile ezberlemekte zorluk çekmediği ve usanmadığı, en ağır hastalara bile ağır gelmeyen okunuşu, ruhlara ve kalblere gıda olan tatlılığı ve harika nüfuziyeti; aynı zamanda serkeş nefis ve inkârcılara karşı ıslâh edici hitabı incelenir. Âyetlerin dizilişi, kelimelerin sıralanması, harflerin ses uyumlarına ve mahreçlerine kadar büyük bir hassasiyet, ilim ve hikmetle yerleştirilmesi gibi mu’cizelerinden bahsedilir. Bunları genç yaşında keşfeden, bilen ve hazmeden ve telifi anında yanında Kur’ân-ı Kerim’den başka bir eser bulundurmayan Bediüzzaman Hazretleri elbette Kur’ân tefsiri olan Risâle-i Nur eserlerindeki ifadelerde ve kelimelerde bu hususlara mazhar olmuştur. Risâle-i Nur’un her bir ifadesinin kalb, ruh akıl ve dimağın en ince zevklerine ve hassasiyetlerine göre kelime kelime, harf harf, nakış nakış dokunduğundan kimsenin tereddütü olmamalı. Her yaştan ve her meslekten milyonlarca insanın defalarca okumalarına ve dinlemelerine rağmen usanmamaları, her defasında yeni yeni şeyler öğrenmeleri Kur’ân-ı Kerim’in bu hususiyetinin tefsirinde de tezahür ettiğinin açık bir delilidir.

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*