Dertsiz baş, duvara taş

Ben derdimi dost edindim kendime,
Bir dostumu bin yabana değişmem.
El çek tabip derman olma derdime
Bir derdimi bin dermana değişmem.
   
Atalarımız, “Dertsiz baş olmaz” demişler. En dertsiz olarak bilinen kabak varmış, onun da başı kelmiş. Yani dert, hayatın bir parçası, bazen sevinci, bazen de tasasıdır. Zaten insan dediğimiz varlık, zıtların cem olduğu bir ruh ve bedenden ibaret değil midir?

Şarkılarda, şiirlerde, destanlarda, türkülerde bol bol dertten bahsedilir. Kimisi “Derdim çoktur hangisine yanayım?” diye şaşkınlık ve çaresizliğini ifade eder, kimisi “Dertleri zevk edindim, bende neşe ne arar” diyerek, derdi ile yaşamaya alıştığını belirtir. Kimisi de “Dert bir olaydı, ağlaması kolaydı” diyerek derdinin çokluğundan yakınır. Zaten “Dertsiz baş, bostan korkuluğunda olur” atasözü ile, her başın bir derdi vardır ve de olmalıdır gerçeği kabul edilmiştir. Âşık Mir’ati ise bir şiirinde şöyle der: “Neye gam çekersin hey koca sersem / Dertsiz baş mı olur, âdemiz madem.”

Hz. Mevlânâ, “Dert daima insana yol gösterir” der. Demek ki derdimiz aynı zamanda hayatımızın bir kılavuzudur. Atmacanın serçe kuşuna tasallutu serçenin istidatlarını inkişaf ettirdiği gibi, dertlerin tasallutu da insanın bağışıklığını ve dayanıklılığını arttırır. Yeni yollar bulmasına, yeni çareler üretmesine vesile olur. Ayrıca, insanın, aczini idrak edip Rabbine teslimiyetini arttırmasını sağlar. “Kadere iman eden kederden kurtulur” kaidesince, dert ve keder, insanı kadere iman etmeye de teşvik eder.

Niyazî-i Mısrî de, “Ey derde derman isteyen / Yetmez mi dert derman sana?” diyerek, derdin de aynı zamanda bir derman olduğunu ifade ediyor.

“Bir derdin dermanı, başka bir derde zehir olabilir” diyen Bediüzzaman’ın sözünü, bazı dertlerin başka dertlere derman olabileceği şeklinde anlamak da mümkündür. Ayrıca, “Zeval-i lezzet elem olduğu gibi, zeval-i elem dahi lezzettir” sözüyle, dertlerin sonunda tatlı bir sevinç ortaya çıktığını belirtiyor. Kışın soğuk, fırtınalı ve çamurlu yüzünün altında ılık, tatlı ve sevimli bir baharın bizi beklediğini düşünmek de, dertlerin arkasında zevklerin yattığını göstermektedir.

Âşık, derdinden şikâyetçi olmaz. Bilir ki, nefsine dert ve elem görünen şeyler, ruhu ve kalbi için bir şifadır. Onu gafletten uyandıran, dalâletten hidayete eriştiren bir vasıtadır. Bir ehl-i kalbin dediği gibi: “Beliğ belâdır bâlâya sebep / Belâ-ile olur inâyet-i Rab” (Belli ki belâ, yükselmeye sebeptir. Eğer o belâ olmasa Rabb’a yakınlık olmaz). Hamur fırın ateşinde piştikten sonra ekmek haline gelir. İnsanlar için de bu böyledir. Yunus Emre, ancak aşk ateşinden pişip yandıktan sonra hamlıktan kurtulup, olgunluğa erişmiştir.

İnsan başkasının derdi ile de dertlenmelidir. Dertleri paylaştığı gibi, paylaşmayı da dert edinmelidir. Bencil, sadece kendini düşünen, başkalarının derdine duyarsız olan insanlar insan olmanın erdemlerinden uzaklaşmış olurlar. “Başkasının derdi beni mi gerdi” deyip, dertsiz başını derde sokmaktan kaçınanlar, kendileri de bir sıkıntıya düştükleri zaman yanlarında kimseyi bulamayabilirler.

Dert, aynı zamanda yüksek bir gayeyi ve ulvî bir amacı ifade eder. İnsan gayesini dert edinirse, ona ulaşmak için gerekli her türlü zorluğa katlanır. Bunu yaparken de üşenmez, yüksünmez, şikâyetçi olmaz. Gayesini dert edinen insan, rahatı ve sefayı değil, çileyi ve cefayı tercih eder.

Herkesin bir derdi olmalı ki, hayatın bir anlamı olsun. Yoksa, “Dertsiz baş, duvara taş” misâli, heyecansız, gayesiz, duygusuz ve duyarsız bir beden ortaya çıkar ki, buna insan demek ne kadar doğru olur bilemiyorum.

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*