Said Nursi Dünyanın En Hür İnsanıydı

Nişancı, ”Biz hürriyeti devlet merkezli olarak algılıyoruz. Onun içinde Kürt kökenli vatandaşlarımız öncelikli olarak özgürlüklerini kısıtlayan aşiretler yerine uzak hedef olan devletle mücadele ediyor. Hürriyet devlet merkezli değil “insan merkezli” varoluş süreci olarak algılanmalıdır. Özgürlük aslında insanın kendine mahkûm olmadığını kavramaya başlamasıdır” dedi.

ÖĞRETİM ÜYESİ DOÇ. DR. ENSAR NİŞANCI:SAİD NURSî DÜNYANIN EN HÜR İNSANIYDI

Dünya yeni bir kırılmanın eşiğinde veya fay hatları yerinden oynuyor. Toplumsal mânâda bu tür süreçler yüzlerce yılı alabiliyor. Tıpkı Sanayi Devrimi gibi. 1789 olarak belirlenen tarih aslında insanların simgeleştirmesi ve yaşanan acıların bir neticesidir. Lâkin sanayi devrimi yıllarca devam eden savaşların, toplumsal olayların neticesidir. Şimdi ise dünyanın karşı karşıya olduğu yeni bir değişim süreci var. Bu değişim süreci insan beyninin tetiklediği teknoloji, bilişim çağı. Artık siyasî yapılar değil, insan odak haline geliyor. Bu değişim tabiî dünyayı alt üst ediyor. Dünyada yaşananları bu açıdan değerlendirirken Türkiye’deki değişimleri de bunun altında yorumlamak yanlış olmaz sanırım. Biz de bu hafta Ticaret Üniversitesi Uluslar arası ilişkiler bölümü öğretim üyesi Doç. Dr. Ensar Nişancı’yla konuştuk. Nişancı artık özgürlüklerin devlet merkezli değil, insan merkezli yorumlanacağını söylerken demokrasinin yeni tehdidinin devlet yapısının ötesinde farklı yapılanmalar olduğunu söylüyor.

Türkiye’de hürriyet tartışmaları hızla devam ediyor. Sizce hürriyetin önündeki engeller neler?

Biz hürriyeti devlet merkezli olarak algılıyoruz. Onun içinde Kürt kökenli vatandaşlarımız öncelikli olarak özgürlüklerini kısıtlayan aşiretler yerine uzak hedef olan devletle mücadele ediyor. Hürriyet devlet merkezli değil “insan merkezli” varoluş süreci olarak algılanmalıdır. Özgürlük aslında insanın kendine mahkûm olmadığını kavramaya başlamasıdır. Şöyle ki bir insan Amerika’da doğsa başka, Afrika’da doğsa başka dünyanın başka yerlerinde doğsa başka kimlik kazanacaktı. Bu binlerce kimlik içinde birini tercih etmesi ise bin de bir ihtimaldir. O nedenle kendini kendine mahkûm hisseden insan kendisine istibdat uyguluyor demektir. Bu nedenle de artık özgürlüklerle ilgili sorularımızı siyasî yapılar üzerinden değil ontolojik zeminlerden sormamız icap eder. Demokrasiyi de siyasî sorular üzerinden anlamaya çalışıyoruz, fakat insan özgür olmadıktan sonra seçme ve seçilme hakkının ne önemi var!

Artık insanlık sanayi dönemini terk ediyor ve üretimini beyin gücüyle yapmaya başlıyor. Beyin gücü ise insanı emeğin ötesine taşıyor. Bu açıdan baktığımızda siyasî analizler de artık siyasî yapılar değil, insan üzerinden yapılacak diyorsunuz?
Demokrasinin de parametreleri değişmeye başlayacak. Demokrasi halkın kendi kendini yönetmesidir. Bugün halkın özyönetimi için kullandığı araçlar da özyönetimi engelleyen şeyler de değişiyor. O zaman 20. yüzyılın bakış açısıyla demokrasiyi tarif etmek anakronizmdir. Bu I. Dünya Savaşı hakkında strateji hazırlamak kadar anakroniktir. Zamanın ruhunu okuyarak yeni sorular sorulması gerekir.

Türkiye’de devletle-halk arasındaki gerilimin sebebi neydi?

Devletin kendine göre bir projesi vardı. Bu proje yürütülürse ülkede kalkınma olacak ve medenî dünyada temsil hakkı kazanılacaktı. Hatta bu yolu izleyen devletler uzaya çıkmıştı. Devlet katında böyle tarif edilen proje halk katında bir despotizm olarak algılandı. Çünkü insanların kültürlerinden, geleneklerinden, dinlerinden ayrılmaları isteniyordu. Devlet bu projeye direnenlere “gerici” adını koydu. Bu sorunu siyasal düzeyde tartıştığınızda ise projenin sahipleri açısından “Devlet bu topluma emanet edilemez” toplum açısındansa “Bu devlete güvenilmez” sonucu doğuyordu. Ancak bu iki yapının aynı ülkede yaşaması gerekiyordu. Bir müddet sonra bu görüş farklılığı bilek güreşine dönmeye başladı.

Sizce bu güreşin sonucu ne oldu?

Toplum kendisi için hayat alanları “İç toplum”u oluşturdu. Türkiye’de toplumun devlet karşısında geliştirdiği strateji telefonun icadı kadar muhteşem bir şeydir. İnsanlar, devletin ideolojik aygıtı olan resmî eğitime yani tevhid-i tedrisata karşı gelmediler. Hatta okumak istediklerini söylediler ve üniversitelere kadar gittiler. Ancak bunu yaparken de kendi informal okumalarını yaptı. Risâle-i Nur okumaları böyledir. Bunu o kadar güçlü bir şekilde yaptılar ki yeni bir dünya görüşü inşa etmeye başladılar; hem devlete karşı değil, hem de devletle beraber değil. İşte alternatif toplumun tohumları informal alanda atıldı.

Yani devletten bağımsız olarak kendilerine özgürlük alanı açtılar, kendi dinlerini yaşattılar diyorsunuz…

Devlet merkezli tanımlardan uzak durarak özgürlüğü ve dini devlet despotizminden, kolonileştiriciliğinden kurtarmak gerekir. Said Nursî ‘Bir insan bir dünyadır’ der. Onun gözünde devlet geçici, zamanla bağlantılı bir şeydir. Bu bakımdan insanı vatandaş olarak değil, insan olarak tarif eder. Size şunu sormak isterim ‘Tek partili dönemde yaşayan Said Nursî mi daha hürdü, yoksa çok partili bir dönemde yaşayan ben mi?’ Dünyada Said Nursî’den daha hür bir insan yoktur. Çünkü hürriyet dışsal değil içsel bir şeydir. Demokrasi denildiğinde de artık bu noktadan bakmak lâzım. Kendi bedeninde ve ruhunda hürriyeti gerçekleştirememiş birinin kendi dışında hürriyeti istemesi tuhaftır.

Doğu ile Batı kültürleri arasında da insana bakışta, özgürlüğe bakışta bir farklılık var. Ne dersiniz?

Eski Yunan da “İnsan toplumsal bir hayvandır” der. Yani toplumun olmadığı yerde insanın varlığını kabul etmez. Bize göre ise insan doğduğu an insandır. Tek başına olduğunda da hürriyet problemi vardır. Aklıyla kalbi arasında bir mücadele vardır.

Siyasî yapı üzerinden değil, insan odaklı tanımlara geçtiğimizi söylediniz. Bu paradigmadan demokrasiyi nasıl tanımlarsınız?

20. yüzyılda özyönetime tehdit devletten gelmiştir. Devlet ideolojik aygıtlarıyla insanları şekillendirmek istemiştir. İnsanların devlete haddini bildirme çabaları ise demokrasidir. Artık özyönetim ilkesine tehdit sadece devletten gelmiyor. Artık bunları fark etmek gerekir. Devlet hizmet devleti haline gelse bile demokrasi sorunu bitmeyecek. Tarih dinamiktir, insan hürriyetini, insanın otantik varlık olmasını engelleyen iktidar araçları sürekli değişir. Bunlar bazen sert bazen soft-yumuşak araçlarla olur. Artık soft araçlara muhatabız. Ulus devlet artık seksen sonrası topraklarını terk ederek zenginleşen insanların karşısında çaresiz duruma düşen köy ağalarının durumuna düştü. Hürriyet siyasal alanda tanımlanan bir şey olmaktan da çıktı. Demokrasi önce hürriyet meselesidir. İnsanın kendini etkileyen olaylar üzerinde denetim mekanizması olmasıdır. İnsanlık yeni yüzyılda kendini etkileyen yeni araçlar üzerinde kafa yormalıdır.

Demokrasi konuşulduğunda Batıda “Hak verilmez alınır” diyen burjuvadan bahsedilir. Türkiye’de böyle bir orta sınıf oluştu mu?

Burjuva sınıfı ne köylü, ne aristokrat, nevzuhur bir sınıf. Ne geleneksel bağlarla bağlı ne de otoriter. Bu bağlamda bir analiz yapılacak olursa Türkiye’de orta sınıf gelişiyor. Türkiye’de eskiden ulema ve aydın vardı. Aydının özelliği Batıya karşı kompleksli, topluma karşı kibirliydi. Ulema ise toplumun içinde, ama üstündeydi. Bu açıdan aydın ve ulemanın değerleri farklı olsa da toplumla kurdukları ilişki aynıdır. İkisi de savundukları şeyleri meşrûlaştırmanın peşinde koşmamıştır. Bugün ise Türkiye’de yeni demokratikleştirici özneler ortaya çıkıyor. Türkiye’nin yeni entelektüelleri; Batıya karşı özgüvenli, topluma karşı mütevazı, toplumun üstünde değil, önünde.

Bu sınıfı doğuran sebepler nelerdir?

Bu yeni sınıf aydınla ve ulemayla mücadele etti. Önceleri bu insanlar “Alperenler” olarak bürokrasinin belli yerlerini fethetmek için yetiştirildiler. Ancak kendi hürriyetlerini, kendilerini yetiştiren ulemaları sorgulamaya başladılar. Bu eleştiri reddedici değil, kapsayıcı bir eleştiri olmamakla birlikte gerilim meydana getiren bir eleştiriydi. Bir taraftan da “irticacı” damgası yediler. Ancak bu insanlar Batının dilini, Doğunun değerlerini zihinlerde birleştirdiler. Demokrasiyi keşfettiler. Kendi için hür olmanın, dindar olmanın ne anlama geldiğini sorguladılar. Başkaları için değil, kendileri için proje üretmenin peşinde koştular. O nedenle çok geliştiler. Artık kendileri için okumaya başladılar. Daha mütevazi oldukları için toplumda sürekli tutunmaya çalıştılar. Bu da çok değerli bir entelektüel sermayeyi ortaya çıkardı.

20. yüzyılda “din-akıl” ikilemi tartışmanın göbeğinde yer alıyordu. Sizce 21. yy’da değişime uğradı mı?

Bunun da biçimi değişti. Önceden din denilen şey rasyoneller tarafından arkaik bir şey olarak algılanıyordu. Dindar açısından ise arkaik olarak görünen şey son derece zamanlar üstüydü. Said Nursî de bunun mücadelesini verdi. Bugün ise dinle ilgili soruların niteliği değişti. Şimdi aydınlar akılla dinin tartışmasını değil, dinle bireyin arasındaki ilişkiyi tartışıyorlar. Dinle ilişkili olarak çağdaş olunur mu? sorusu yerini “Din benim için ne ifade ediyor? Dinden ne alabilirim?” soruları alıyor.

“Nerden çıktı dindar entelektüeller, bilim kadını olan başörtülüler” diyen kesimler var.

Daha önce ifade ettiğim gibi insanlar bir taraftan devletin eğitim sistemini kabul ederken diğer taraftan informel okumalarını devam ettirdiler ve iç toplum oluşturdular. 80’lerden sonra devletin ekonomi, medya, eğitim, finans sektörleri üzerindeki tekeli kırılmaya başlayınca yapıda boşluklar oluşmaya başladı. O zaman da iç toplum boşlukları doldurmaya, kamusal toplum olmaya başladı. Bu da iç toplumda imam olan birinin kamusal alanda profesyonel olmasını beraberinde getirdi ve kendi içlerinde de gerilimler yaşandı. Ancak Müslümanlar bu gerilimleri dinamizme dönüştürerek kendi içlerindeki tarihi hızlandırdılar. Laikler ise kendi içlerindeki farklı yorumları ortaya çıkaramadılar. Şunu da söylemekte yarar görüyorum. Anadolu sermayesi küresel dünyada iş yapabildiği için Türkiye’de de iş yapabildi. Bundan önceki sermaye yani TÜSİAD, küresel anlamda iş yapamadığı için Kemalizm’e ve devlete çok bağlandı.

Bizde TÜSİAD’ı temsil eden sermaye bireysel başarı değil, devlet destekli bir sermaye olarak adlandırılır. Hatta devletin kendi fabrikalarını Türkiye’nin sayılı zenginlerine sermaye olarak verdiği söylenir.
Devlet kimin zengin olacağına siyasal olarak karar veriyor. “Öyle birini zengin etmeliyiz ki sadakatinden emin olmalıyız, geniş bir toplum tabanını temsil etmemeli” anlayışı da hâkim. Yani kontrol edebileceğini zenginleştiriyor.

Yeni entelektüel sınıfla Anadolu sermaye sınıfının hayat hikâyeleri aynı gibi…

Yeni entelektüeller de ideolojik bir yere bağlı oldukları için entelektüel olmadı. Aksine bütün şartlara “rağmen” oldular. Önceden etkili olan, merkezdeki gazetelerdeki yazarlar seçilerek entelektüel oldular. Ancak hayatı mücadeleyle geçmiş insanların öyle yazıları var ki insan hayret ediyor. Bu yeni aydın tipi saray çocuğu değil, özgürlük mücadelesi vererek gelen insanlar. Aslına bakarsanız bu insanların etkisini henüz gördük diyemeyiz. Türkiye’nin yarınını belirleyecek olan bu insanlar olacak.

Bu analizlerden sonra Türkiye’de demokrasinin amaç mı, araç mı olduğu konusundaki görüşleriniz nelerdir?

Türkiye’de orta sınıfın oluşması artık demokrasinin amaç halinde olduğunun bir göstergesi. Orta sınıf komplekssiz bir toplumdur. Bilgi ve paraya öykünmeyen, istersem benim de olabilir diyen insanların toplamıdır. Türkiye’de böyle bir sınıf oluştu. Bugün Rahmi Koç, Vehbi Koç’tan daha zengindir, ama toplum artık zenginliği önemsemiyor. Çünkü toplum artık özgüven sahibi olmaya başladı, artık başkalarını adam etmek için yaşamıyor. Sosyal devleti kendi içinde kuruyor. Toplum tasarımlarının yerini daha bireysel, daha çoğulculaşan bir hayat gündeme geliyor.

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*