İç içe girmiş üç kainat: Hücre, DNA, Genler – 2

Malumunuz, yapılan tarihi kazılarda zaman zaman antik kalıntılara rastlanmaktadır. Burada düzenli bir şekilde kesilmiş ve işlenmiş ve nizami bir tarzda üst üste konmuş taşlar; mahir bir ustanın marifetiyle dizayn edildiğini gösterir.

Ve yine bu kalıntılarda bazen, binlerce yılların yok edemediği modern, harika mozaikler tesbit edilebilmektedir. Şüphesiz bunlar da; geçmiş zamanlarda bir medeniyetin var olduğunun delili, ispatı ve göstergeleridir.

Ve keza, Allâh Te’al’a iklimlere ve bölgelere göre meyve sebze yarattığı gibi, diğer yandan coğrafyalara göre, bir de hayvan yaratmıştır. Meselâ, sahra çöllerinde, nakliye aracı olarak kullanılan deve; ağır yüküne rağmen kumlara batmayan geniş tabanlı yumuşak ayakları, bir takım hikmetlerle ve maslahatlarla yaratılmıştır. İşte o kumlarda yürüyen bir devenin ayak izleri, yine orada bir devenin yürüdüğüne işaret etmektedir. Deveden bahis açılmış iken, şunu da ifade edeyim; Deve suyu, ırmağı olmayan o çöllerde, bildiğim kadarıyla hörgücünde bulunan yedek su deposundan ötürü, 20 gün kadar su içmeden menzil alıp yürüyebilmektedir. Yani Allâh, her şeyi ihtiyaca cevap verecek tarzda ve bulunduğu konuma en uygun, en güzel şekilde yaratmıştır. Dolayısıyla Allâh Kur’an-ı Kerim’de buna da nazarları çevirir ve; “Devenin nasıl yaratıldığına, göğün nasıl yükseltildiğine, dağların nasıl dikildiğine, yeryüzünün nasıl yayıldığına bakmazlar mı?”(1) buyurdu.

Ve keza, otomatik, dakik işleyen bir saatin, düşünen bir kafanın ve maharet sahibi bir elin müdahelesi olmadan, kendiliğinden meydana geldiğini veya tesadüfen ortaya çıkmış olduğunu söylemek mümkün değildir. Madem ki, bir otomatik saat, kendiliğinden meydana gelemiyor ve hareket edecek duruma gelemiyorsa ve böylesi basit bir alet, makina; mutlaka bir mühendis sanatkârı gerekli kılıyorsa ve nizamî bir kaç taş da kendiliğinden üst üste gelemiyorsa; peki, mikroskopik bir canlı olan ve içinde adeta küçük bir evreni barındırdığını iddia ettiğimiz HÜCRE; içindeki çekirdeği, DNA’sı, genetik yapısı karşısında, akıl ve havsalanın durduğu ve bu kadar ciltler dolusu bilgilerle şifrelenmiş ve bunca gizemlerle donatılmış olan bu hücre; mucize varlık, nasıl sanatkarsız kabul edilebilir? Kendi içerisinde nasıl böyle akıllara durgunluk veren, bir ilim hazinesi teşkil edilebilir ve üstün bir hareket kapasitesine sahip olabilir?

İşte bütün bunlar, acaba kendiliğinden mi meydana gelmiş bulunuyor? Kör bir tesadüfün eseri olduğunu söyleyip de; ispatlayacak birisi var mıdır?

Burada, âkıl ve mantık yolunu tutacak olursak, hücrenin bu canlılık mekanizmasının gerisinde, düşünen bir zekâ ve idare eden bir elin bulunduğunu kabul etmekten başka bir yol ve çare yoktur. Ve bunun dışında, hiç bir şekilde bu olayları izah edemeyiz. İşte maddi âlemin düşünüp kavramaktan aciz kaldığı, o zekânın ve yönetici gücün, Allâh’ın kuvvet ve hikmetinden başka bir şey olmadığını kabul etmek bir zarurettir.

Dünyanın en büyük genetik uzmanlarından biri olarak gösterilen ve en yakın çalışma arkadaşı Craig VENTERL ile birlikte, DNA şifresini çözerek büyük şöhrete kavuşan, François COLLINS, bu sefer laboratuvarda, “Yapay Canlı” üretmeye çalışırken (Tabi-î olarak bir canlının ruh’suz yaratılamayacağını ve bu ruh’un da ancak Allâh’a mahsus olduğunu unutarak); DNA’nın muazzam yapısı karşısında büyülenmiş ve, “Allâh’ın varlığını içimde hissettim.” demiştir.

Collıns, “Allah’ın dili” adlı kitabıyla ilgili; İngiliz Time dergisine konuştu ve artık “Önceleri, Allah hakkında şüphelerim vardı, hatta ateist idim; artık, Allâh’ın var olduğuna dair rasyonel bir temel vardır ve bilimsel gelişmeler insanı, daha da Allâh’a yaklaştırıyor, bildim” dedi. Yine; “Laboratuvarda çalışırken, Allâh’ı hissettim. Kesinlikle artık mucizelere inanıyorum. Bizden daha büyük bir güç var ve ben O’na inanıyorum. DNA şifresini çözmek, beni Allâh’a biraz daha yaklaştırdı. Burada bir takım mucizeler gördüm ve bu da ancak, Allâh’ın işi olabilir.” dedi.

İnsan “GEN”ini çözmenin de, kendisine Allâh’ın eserini görme fırsatı verdiğini söyleyen Collins; “Önemli bir buluş yaptığınızda, o bilimsel coşku anını yaşarsınız. Çünkü onu araştırmış ve keşfetmişsinizdir. Keşfettiğim her şey, öyle bir şeydi ki; bu bilgiye daha önce hiç bir insan sahip olamamıştı. Fakat Allâh; onu her zaman biliyordu.” dedi.

Arkadaşı Craig VENTERL ile 13 yıl boyunca DNA’nın şifrelerini çözen, Prof. Françis COLİNS, yine “DNA’daki güzelliğe ve ihtişama hayran oldum. İnanç ve bilim, bana her zaman inanılmaz derecede tamamlayıcı görünür. Bilim şüphe kaynağı değil, kâinat kitabının okunması; DNA’da 3 milyar harf okuduk.” dedi.

Bu nasıl hayret edilecek bir azim, sabır ve sebattır ki; COLLINS, DNA üzerinde 13 yıl boyunca çalışmış ve şifrelerini çözerek, yeni bir âlemin ve bence, yeni bir çağın kapısını açmıştır.

Geçen yüzyıldan bu yana, canlılığın gerçeğini öğrenmek, bütün ilim adamları için adeta bir tutku haline geldi. Önce canlının kimyasal bileşimi araştırıldı. Canlıyla cansız arasındaki kimya farkları tesbit edildi. Organik kimya dediğimiz, başlı başına bir kimya dalı da bu sayede doğdu ve gelişti.

İlk tesbitlere göre, canlı yapısında en önemli fark, karbonun eksi değer taşınmasında idi. Karbon doğada daima artı 4 değerde olduğu halde, canlı yapısında eksi 4 değerde oluyor. Bu sayede, hidrojenle zincirleme bileşikler yapabiliyordu. Daha sonra canlılarda azot’un önemi anlaşıldı ve canlılarda aminoasit dediğimiz bir yapı tesbit edildi ki; bu yapı kesinlikle cansızlarda yoktu. Ne çare ki, bu aminoasidi hem şişede duruyor, hem canlılardaki yapısından hiç farkı olmadığı halde, bir türlü canlı olmuyordu. “Bu bilgiler WATSON’un DNA dev molekülünü canlılarda tesbiti ile noktalandı. Canlıların, özellikle irsiyet cisimleri, kromozomların da bu dev molekülden örüldüğü görüldü.

DNA moleküllerinin birbirine, hidrojen iyonları ile hareketli köprüler vasıtasıyla bağlandığı tesbit edildi. Şimdi ortada bir sorun kalıyordu. Çimen hücresinden beyin hücresine, bin bir mikrop türüne kadar her canlı, hep aynı moleküllerden kuruludur da, bu canlılık farkları neden doğmaktadır?

Bu sorunun cevabı, önceleri bu molekül bağlarında, ağların sıralamasındaki farktan doğmaktadır, diye yorumlandı. Fakat bu sıralanma farkları da; safra yapan hücre ile, göz ardında ışığı elektiriğe çeviren hücre arasındaki farkı izaha yetmedi.

Sonunda bilim anladı ki, hücre yani canlılık bir matematik program sorunudur. Yani her cins canlı, matematik bir kompitür programıyla yüklenmiştir. Yapısındaki DNA zincirleri, bu proğramı aktaran binek taşlarıdır. Tıpkı elimizdeki küçük hesap makineleri gibi.”(2)

Küçük bir evren olan insan sarayının yapı taşları hücrenin ve yine onun içindeki DNA denilen bilgi hazinesinin, ne kadar ince kompitür matematiksel hesaplarla işlendiği, İlâhî mucizeleri hayranlıkla ve ibretle müşahede ediyoruz.

Allâh Te’alâ, Kur’an’da çeşitli ayetlerde, “Yarattık ve takdir ettik.” Fermanını bu nedenle sık sık tekrar ederek nazara vermektedir.

Şirkten arınmış Kur’anî bir iman; taraf-ı İâhiden bize en büyük bir lutuftur, en büyük güç ve imkândır. Eğer bir insan bu tahkiki imana ulaşmamışsa; “Okuduğu bütün kitaplar, dimağında bir yüktür.”(3) buyudu, Allâh.

Eyleme dönüşmeyen bir bilgi, benliğe (eneye) dönüşür. Şüphesiz, o da ihtilafta bizi yer bitirir.

Ve iki âyet:

“İyiliği, karşılık beklemeden yap.”(4)

“Yaptığın iyilikleri unut, onları anlatarak kiymetsizleştirme.”(5)

Dipnotlar

(1) Gaşiye 88/17-20
(2) Dr. Halûk NURBAKİ, Kur’an-ı Kerim’den Ayetler ve İlmî Gerçekler, s.67.
(3)Cuma 62/5
(4) Muhammed 47/7
(5) Hucurat 49/10

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*