İnsanın nefisle olan imtihanı – 1

En değerli varlık olarak yaratılan insanın, kendi öz varlığını ve iç alemindeki hadsiz duygularını keşfetmek ve bunların üzerinde düşünmek, gerçek bir insana yaraşır şekilde, bunları disiplinize edip kontrol altında tutmak gibi, önemli görev ve yükümlülükleri vardır.

Allah İnsanı, dönüp kendisine bakmasına ve mahiyetini çözmesine ve yaratılışıyla ilgili düşünmeye davet eder. Ve keza bu hususta, bir de Rabbanî uyarı ve tavsiyeleri vardır. Mesela: “İnsan düşünme mi ki, daha önce o hiç bir şey olmadığı halde, biz kendisini yarattık.”(1) Ve “İnsan ne için yaratıldığına bir baksın.”(2) buyurmuştur. Gerçekten âkl-ı selim bir insanın dönüp kendisine bakması, iç âlemindeki gizli, saklı âlemleri düşünmesi ve ibret alması gerekir.

Daha önce insan bir yolcudur demiştik. Evet, insanın anasından doğmasıyla birlikte, yeryüzündeki seyr-u seferi, yolculuğu başlamış olur. İnsanın maddi cismiyle beraber; pratikteki fiilleriyle ve bunlardan ayrılmaz bir de manevi duyguları vardır. Aslında insanın görünürdeki davranışlarını yöneten, hayra veya şerre, yani iyiliğe veyahut kötülüğe yönlendiren bu manevi hissiyatlarıdır. İşte, insanın bu his ve duygularının yanında ve refakatinde; ayrıca bedenî, cismanî varlığı da, bu yolculuğa devam eder. Bu manevi yolculuğunda insana verilen üç büyük esas cevher vardır.

Bunlar:

AKIL, MANTIK VE VİCDAN’dır.

Aklını kullanarak hayatını,

Mantığını kullanarak dengeyi,

Vicdanını kullanarak “Sevgiyi” elde eder.

İnsandaki his ve duygular gelişmeye müsait bir istidat ve kabiliyette yaratılmışlardır. Bunlardan ruh, akıl, fikir, zeka ve şuur ilim ile gelişir. Aşk, muhabbet, şefkat, rahmet, hürmet gibi duygular da inançla, imanla gelişir.

İnsanın iç dünyası ile ilgili duygularımız, hayallerimiz, isteklerimiz, arzularımız, şefkat, rahmet ve acılarımız ile inandığımız değerlerimiz vardır. Aslında dış dünyada yaşadıklarımız ve yaşattıklarımız; iç dünyada yaşadıklarımızın açığa çıkmasının; fiiliyat’ta, pratikte birer tezahürleridirler, diyebiliriz. Mesela bir yoksula yardımda bulunmak; dış dünyada bir eylem gibi görünse de; aslında bu iç âlemimizden kopup gelen, lakin dış âlemimize taşan, merhamet ve acıma duygusunun yansımasından başka bir şey değildir.

Hayatımızı anlamlı kılan, iç dünyamızda yaşadığımız huzurun, mutluluğun ve sevincin kaynağı olan bu duygulardır.

İç dünyadan kasdedilen insanın bizzat kendi ruhudur. Nefis terbiyesi de direk ruhla alakalıdır. Nefsin doğru şekilde terbiye edilmesi, kontrol altına alınması, dengenin sağlanması ile, insanın gerçek anlamda özgürleşmesi olacaktır. Bunun tam aksi; yani nefsin tamamen özgür bırakılması, onun esareti anlamına gelecektir.

Bu esaret; insanın iç dünyasında çalkantılara, ihtilallere sebeb olacağı gibi, sosyal hayat da çekilmez bir hale dönüşecek, toplumsal bunalım ve buhranın önüne geçilmez sonuçlar doğuracaktır.

İnanç ve düşüncelerimizle, nefsi sürekli kontrol altında tutup terbiye edebilirsek; bütün sıkıntılarımızı, problemlerimizi çözüme kavuşturmuş, hem de iç huzurumuzu, ruhsal rehavetimizi ve toplumsal huzurumuzu da sağlamış oluruz

Bu anlamda sınırsız bir hürriyet ve serbestiyet, ancak ormandaki bir yaşam tarzı ile izah edilebilir. Sosyal hayatta insanlar, nefsi dizginleyen bir terbiye ve disiplin ile, ancak huzurlu bir ortamda ve mutlulukla yaşayabilirler.

Bu huzurlu ortamı temin edebilmek için; insanları hapishanelere tıka basa doldurmakta temin etmek mümkün değildir. Bu anlamda ceza evlerinden tahliye olup çıkanlar; daha çetin, daha büyük suçlara bulaştıklarını ve cinayetler işlediklerini görüyoruz. Bu kötü davranışların önünü nasıl kesebiliriz; bunun üzerinde derin derin düşünmemiz gerekir.

1912 yılında Nobel ödülünü almış olan Fransız yazar Alexis Carrel, yazdığı kitabın adını; “İNSAN DENEN MEÇHUL” koymuştu. Kitabına bu ismi koymakta bir dereceye kadar haklıydı. Zira, İnsanın maddi, bedeni organları, ilim ve teknoloji inkişaf ettikçe; nasıl bilinmeye ve öğrenilmeye başlanıyorsa; diğer hissiyatları da kısmen çözüme kavuşabilmektedir. Hem maddi ve hem de manevi bu duyguların tamamen çözüme kavuşması ve bilinmelerinin imkânı yoktur. Bundan yıllar önce bir göz profesör’üyle yapılan bir roportajda; “Elli yıldır bu göz üzerinde çalışıyorum, ama hala gözde, çözemediğimiz noktalar, gizemli tarafları mevcuttur.” dediğini okumuştum. Badem büyüklüğündeki maddi bir organda bu kadar grift ve karanlık noktalar varsa; varın siz, ruh, akıl, dimağ, fikir, şuur gibi duyguların esrarını bir düşünün.

İşte bu duygulardan biri olan nefis üzerinde durmak istiyoruz.

İnsanın bunca duyguları içinde; diğerlerinden azade, tamamen hür olarak yaşamak isteyen, dizginlenmeyi hiç kabul etmeyen, bir de “NEFİS” denen problemli bir duygu vardır.

Evvela Nefis nedir, manası nasıldır? Ona bakalım, Nefis: İnsanın bizzat kendisi, öz varlığı, şehvet ve gadabın kaynağı ve başı olan bir kuvvedir, en önemli duygulardan biridir.

Nefis; ilk anda olumsuz, hep menfi yönüyle akla gelir, ancak nefsin, Allâh tarafından insana bahşedilen bir nimet olduğunu da unutmamamız gerekir. Zira, nefsin öyle bir mertebesi vardır ki; Allâh onu kudsiyecek derecede önemsemiş ve bu çeşit nefse kasem etmiş, yemin etmiştir.

İlgili âyet-i kerime’de “Kendini kınayan (pişmanlık duyan, nefs-i levvameye) nefse yemin ederim.”(3) buyurmuştur

Evet insan cisim olarak küçük, aciz ve zayıf olmakla beraber; ruhu itibariyle en yüksek derecelerde yaratılmış bir canlıdır. Çok büyük yetenekleri, sınırsız emelleri, ufku nihayetsiz fikirleri vardır. Bunun yanında bir de can alıcı, insanı sürekli bir iç çatışma içine koyan, bir ikilem içinde bırakan, ihtilaflarla zaman zaman insanı bunalımlara sürükleyen; bir de “ŞEHVET” duygusuna sahiptir. Bu şehevi duygu çoğu zaman, insanın aklını, şuurunu ve diğer duygularını da peşinden sürükler ve hatta bunları esaret altına alabilir. Sosyal hayatta vaki olan çatışmaların, mücadelelerin, huzursuzluk ve mutsuzlukların ve daha nice olumsuz olayların baş nedeni; bu, gerçek amacından ve gayesinden sapmış olan şehvet duygusudur.

Cesed ruh ile kaimdir. Yani insanın bedeni, ruh içerisinde bulunduğu müddetçe, ancak yaşamını sürdürebilir. Ve bu insan bedeninde bulunan ruhun yaşayabilmesi için de; birbirleriyle bağlı üç kuvvet var edilmiştir.

Bunlardan birincisi: İnsana maddi olarak zevk veren şeyleri elde etme ve zevk alma duygusu olan hayvanî şehvet duygusunu ifade eden; “kuvve-i şeheviyye” yani şehvet kuvvetidir.

İkincisi: İnsanın zararlı şeylerden kendisini koruyabilmesi için, gazap kuvveti.

Üçüncüsü: Zarar ile faydayı, iyi ile kötüyü birbirinden ayırabilmek için, aklî kuvvet melekeleridır.

Şimdi bunlardan şehvet duygusunu biraz açalım, şöyle ki: Bu şehvet kuvvetine; dini inanç noktasında, helâl ve haram mefhumu (versiyonu) itibariyle bir had bir sınırlama tayin edilmişse de; yaratılıştan fıtratına herhangi bir had konmamış, kayıt altına alınmamış, tamamen azad ve serbest olan bu şehvet duygusunun üç mertebesi, derecesi söz konusudur.

Bunlar normalin çok altında; pasif derecesindekine “Tefrit”, çok ileri derecede, haddini aşan “İfrat” ve normal, hadd-i vasatta, yani orta halde bulunana da; “Vasat” adı verilir ki; Hz. Peygamber, “Her şeyin hayırlısı, vasat olanıdır. Orta yolu tutunuz ki, kurtuluşa eresiniz.”(4) buyurmuştur.

Evet şimdi gelelim şehvet duygusunun “Tefrit” derecesine ki; bu derecede şehvet duygusuna sahip bir insanın; ne helâle ve ne de harama iştahı, şehveti yoktur. Bu noksan, hastalıklı bir durumdur.

Şehvetin “İfrat” mertebesine gelince; buna “Fücur” denilir ki, helâl ve harama bakmaksızın, insanların ırz ve namuslarını payimal etmek derecesinde bir şehvet iştihasına sahip bulunur, saldırgan olurlar. Bütün taciz olayları, çocuk istismarları bu derecede şehvet duygusuna sahip kişilerden südur eder.

Elbette ki; bu tarz ifrat mertebesinde şehvete malik olanlar, rahabilitasyona ihtiyaçları vardır. Bunların sosyal hayatı tedirgin eden, huzursuzluk yaratan, korku veren bu hallerini; ancak inanç noktasında terbiye etmek ve sağlıklı bir eğitim sistemiyle mümkündür. Bu sistemin de temin edilebilmesi için; öncelikle, eğitim ve öğretimin temelini oluşturan öğretmenlerin, mükemmel anlamda, donanımlı bir pedagojik bilgiye ve kültürel birikime sahip olmaları gerekir. Bizim bu konuda çok eksikliklerimiz vardır.

Milli Eğitim’de yıllarca öğretmenlik ve idarecilik yapmış birisi olarak şunları söyleyebilirim. Ülke olarak, her şeyden evvel, en fazla önemsenmesi ve ağırlık verilmesi gereken; eğitim kurumları ile liyakatlı, mesleğine vakıf öğretmenlerin yetiştirilmeleri olmalıdır. An itibariyle, öteden beri süregelen öğretmen açıklarının had safhada olduğunu biliyoruz. Bu öğretmen açıklıklarını ücretli öğretmen görevlendirilmeleri üsulu ile telafi etmeye çalışıyoruz. Sınıf öğretmenliğine, beden eğitimi veya işletme veya kamu yönetiminden mezun olmuş birini görevlendirirseniz; verimli bir sonuca ulaşmanız mümkün olabilir mi? Daha yeni okula başlamış birinci sınıfların, bir yıl içinde 4-5 öğretmen değiştirdiklerini biliyorum. Bu suretle daha ilk basamaktaki o çocukların istikbali karartılmış olmaktadır. Eğitimle ilgili bu anlattıklarım abartı değil, herkesin malumu olan bilgilerden ibarettir.

Bu ara açıklamadan sonra, bu şehvet kuvvetinin, “Vasat” orta haldeki durumuna da “İffet” denir ki; helâline şehveti var, harama ise şehveti, iştahı yoktur.*

Sosyal hayattaki ailelerin huzur ve mutluluğu ve saadeti ve bahtiyarlığı, ancak bireylerin iffetli olmaları ile temin edilebilir. Bu meyanda âlimin biri; “Erkeğin iffetli olması güzeldir; ama kadının iffetli olması, daha güzeldir.” demiş de, ne güzel demiştir.

İnsan fıtratına uygun meşru dairedeki bu şehvet duygusu, aslında büyük bir nimettir ve insan neslinin devamına, insanların yeryüzünde çoğalmasına sebeptir. Peşin bir ücret niteliğinde olan bu şehevanî lezzet duygusu olmasaydı, kim evlenirdi bir düşünsenize.

Meşru dairedeki bu lezzet, insana huzur ve rahavet verdiği gibi; aileye de mutluluk ve saadet getirir.(Nefsin) şehvet duygusunu, taşkınlığını, ibadetle ve Hz.Yusuf gibi, Allâh’a sığınmak ve dayanmakla ancak kayıt altına alınabilir, kontrolü sağlanabilir.

Gayet derecede önemsediğimiz, aynı konu üzerinde durmaya devam edeceğiz.

Müsaadenizle bir Hadis-i Şerif ile bitirelim:

“Başkalarının konuştuklarını dinlemeyin, ayıplarını araştırmayın, birbirinize karşı öğünüp böbürlenmeyin, birbirinizi kıskanmayın, kin tutmayın, yüz çevirmeyin. Ey Allah’ın kulları! Allâh’ın size emrettiği gibi kardeş olun.”(5)

Dipnotlar

(1) Meryem 19/67
(2) Tarık 86/15
(3)Kıyamet 75/2
(4)Keşfü’l-Hafa, C.1, s.391
(5) Müslim, Bırr, 30

*Bu temel bilgilerin detayları Bediüzzaman’ın, “İşarat-ül İ’caz adlı eserinin 23-24 sahifelerinde mevcuttur.

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*