Medeniyetin arka sokakları

Geçen günler sokakta dolaşırken, kasvetli şehrin insanlarında bir telâş gördüm. Güneşsiz, dar sokaklar arasından geçerken, insanların bakışları vitrinlerde, markalı kıyafetlerde ve ışıltılı afişlerdeydi. Yılın sonuna doğruydu ve cadde yılbaşına hazırlanıyordu.

Almanya’nın soğuğu, kasveti, garip hüznü çehrelere yansımıştı. Her ne kadar ışıltılı, göz alıcı sokak aksesuarı, gülümseyen yüzler ve lüks, şatafatlı binalar bu kasveti kamufle etmeye çalışsa da, o görkemli yalancı cennetin ardındaki cehennemî tabloyu görmemek imkânsızdı. Yüksek ekonomik standardın, teknolojinin ve maddiyatın zirveleşmiş hâli kalblerdeki derin yarayı saramıyordu. Ve böylece lüks caddelerin bittiği yerde, medeniyetin arka sokakları başlıyordu.

Medeniyetin arka sokakları, aslında hakikî ve gerçek tabloyu gösteriyordu. Gülümseyen simaların ardındaki derin hüznü, mutluluk tablosundaki eksik parçayı ve arka sokaklardaki karanlığı, enkaz halindeki halet-i ruhiyeleri, virane olmuş benlikleri… Dile getirilmeyen, fakat var olan bu acı gerçeği en bariz şekilde gün ışığına çıkarıyordu… Peki bu noktada zihinlerde bir soru işareti uyanmıyor mu? Neden maddî imkânlara sahip, lüks bir hayat yaşayan bu insanlar gerçek manada mutlu değildi? Medeniyetin arka sokaklarına bir göz atmalı…

Arka sokakların köşesinde bir ölüm korkusu almış gidiyor… Ne son model arabalar, ne lüks villalar, ne Beyonce, ne Brad Pitt, ne Red Hot Chilli Peppers, ne spor, ne moda, hiçbir şey hayatın o vazgeçilmez acı gerçeği olan ölüme çare sunmuyordu. Ruhun sıkıntısı, kalbin ağıdı, firak ve zevalin acısı, şehvet tutsaklıkları, maddeye odaklanmış beyinler, hüzün ve ölüm…. Bütün bunlar mutluluğu gölgeliyordu. Ölen bir şeyler vardı, ama bunlar bedenler değildi. Medeniyetin arka sokaklarında ölmüş kalblerin, vicdanların ve ruhların cesedi vardı. Arka sokaklarda “bir zerrede boğulanlar”, “meyyit-i müteharrik”ler, ebede namzed olarak yaratıldığı halde, fenayı bekaya tercih edip, hüsrana düşenler vardı. Şu hazır medeniyetin sunduğu mutluluğun, gülümsemenin üzerindeki sahte etiketi görmek pek o kadar da zor değildi.

Neden acaba “Bir hiçti Allahsız insan, oraya buraya savrulup duran” diyordu Thomas Eliot. Veya Heinrich Heine “Süslü elbiseler, baygın konuşmalar, ahhh bir de kim olduğunuzu bilseydiniz” diye sitem ettikten sonra ekliyordu: “Çözün bana insanlığın çok eski bir sırrını. Söyleyin nedir insan?”…
Neden Alman literatüründe ve her şeyden önce zihinlerde iz bırakmış Goetheler, Kafkalar ve Brechtler ve Schopenhauerler “hayatın sırrını“ keşfetmeye çalışıyorlardı? Bu arka sokaklardaki aktörlerin kalben, ruhen ve vicdanen nefse galebe çalma mücadelesiydi. Çünkü “saray boş olup, efendi de itle oynayamazdı“. Kâinatın özeti ve şecere-i hilkatin neticesi ve gayesi olan insan su güzel kâinat sarayında nefsin kölesi olamazdı. Zira “fıtraten mükerremdi” insan. Özü itibariyle temiz, saf ve berraktı insan. Doğuştan hayra ve güzele ve doğruya meyilliydi. Ruhu Rabbinin emrine muhatap olmakla görevliydi. “İman mahalli” olan kalbin görevi Samed’e âyinelikti. Fıtrat-ı zîşuur olan vicdanı selimdi, manevî bir yasakçıydı. Buna göre kalbde bir maraz yoksa, Kur’ân hakikatlerini tereddütsüz tasdik ederdi. Bu açıdan bakılırsa aslında “arka sokakların” insanının da fıtratı temizdi ve vicdanı onu yaptığı yanlışlarda ihtar ediyordu. Ne yazık ki zamanla özündeki o berraklık kayboluyor, vicdanının sesi gittikçe kısılıyordu. Doğruyu bulmaya meyilli dimağlar süfliyatla dolunca, yolunu şaşırıyordu. “Arka sokaklardaki“ insanların fıtrat, vicdan, kalb ve ruhları nefislerince esir edilmişti. Bu bir esaretti. Güdümlü bir köle gibi nefsin arzularına karşı koyamama hâliydi. Üstelik bu durum “arka sokak“taki insanlara sahici bir mutluluk dahi vermiyordu. Verdiği herşey hem sahteydi, hem muvakkattı.

“Arka sokağın” insanı tipik Avrupa insanıydı. Gayr-i mahdut istidadat ile mücehhezken, bir öpmede, bir lokmada, bir danede batıyordu. Arka sokağın insanı aslında sarayın efendisiydi, ama itle oynuyordu. Bu şekil duygular ve istidatlar iflâs ediyordu. Bir nevî cinayetti bu yapılan. Yaradanın yaratılana verdiği ulvî duygular, hissiyat, akıl, kalb ve ruh yerinde istihdam edilmiyordu. “Mezar-ı müteharrik bedbahtlar” bu dünyanın bir mugalâtadan ibaret olduğunu anlamıyordu. Fena bekaya tercih ediliyordu. Bu bedbahtların çoğu dünyanın gamından kurtulmak için yine dünyaya başvuruyordu. Nereye gideceğini bilemeyen başıboş kafalar teselliyi çoğu kez bir şişe votkada arıyordu. Bir hiçle başlayan hayat bir hiç olarak bitiyordu. Bu mânâsızlık, Tolstoy gibilerini uzun zaman düşünceye sevk etmişti. Ama hakikati bulamadığında, hayatına ilmekle mi, yoksa mavzerle mi son vermesi gerektiğini düşünen Tolstoylar ne yazık ki az değildi.

Oysa hakikî imanı elde etmiş adam mahzun olmaz, bedbaht olmaz. Hayatın sırrını keşfetmiştir.
Dünyanın sahte lüksüne aldanmaz. Hangi şartlarda olursa olsun, hakikî imanı elde etmişse kâinata dahi meydan okur. Bir lokmada, bir lem’ada, bir öpmede batmaz. Kâinatın fihristesidir, eşyanın mahiyetini idrak etmiştir. Hakikatte medenî olmayı başarabilmiş, arka sokaklarda mahzun kalmamıştır… Hakikî imanı elde ederek medeniyetin zirvesine ulaşma temennisiyle… Vesselâm.

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*