Diyorlar ki: “A kardeşim, sen Avrupa’dan yazıyorsun. Oradan bakınca, Türkiye’nin gidişatını bizden daha iyi görmelisin. Yüz yıl öncesinden bu günümüze müjdeler yok muydu?
İşte müjde tahakkuk ediyor. Değişimi neden hâlâ fark etmiyorsun?”
Diyoruz ki: “Bu gazetenin takipçileri dünyanın neresinde olurlarsa olsunlar, her meseleye ve her hâdiseye bir zaviyeden, bir açıdan ve bir yerden bakarlar.”
Diyorlar ki: “Bizim ‘hayırlı’ bildiğimizi neden ‘şer’ telâkki ediyorsunuz?”
Diyoruz ki: Siyaset alanı; haricî ve derin güçlerin cirit meydanıdır. Bazen asıl şerri, senin “hayra yorduğun” oluşumun üzerinden ülke üstüne yüklemesini biliyorlar.
Görmüyor musun ki, o alana ‘hasbî’ olarak dalan ‘hesabî’ olup çıkıyor. Çok idealist zevat, o alana bulaştıktan sonra, bir de iktidara oturunca, idealini bir ‘gömlek’ gibi çıkarıp atabiliyor.
Gazeteci merhum Galip Erdem bir zamanlar bunu çok veciz ifade etmiş ve şöyle demişti:
“Bizler ‘dâvâ’yı Ağrı Dağı’nın zirvesine çıkaracaktık. Yola koyulduk, bin zahmet ve emekle, acılar çekerek dağa tırmandık. Zirveye vardığımızda sevincimiz sonsuzdu, ama küçük (!) bir noksanımız olduğunu fark ettik:
‘Dâvâ’yı dağın eteklerinde unutmuştuk! Meğer biz dâvâyı değil, kendimizi zirveye çıkartmışız.”
**
Maraşlı merhum Âşık Hüdaî ne güzel demiş:
“Faydası olmayan bahardan, yazdan;
Yüce dağ başının kışı makbuldür.
Cahilin yaptığı sözden sohbetten;
Âlimin hayali, düşü makbuldür.”
Hele bir âlim ki; sözü, izi ve yazısı (eserleri) hep Kur’ânî ve Peygamberî olsa.
Hele bir âlim ki; bize “hayal ve düş” gibi gelen beyanları bile hakikatın ta kendisi olsa.
Hele bir âlim ki, siyaset ve içtimaîyat üzerine yazdıkları da, istikbâle ait beyanları da, düş ve hayalden uzak hakikatler olsa.
Böyle bir âlime, “Emriniz baş-göz üstünedir” denilmez mi? “Eski Saîd Dönemi Eserleri” de yeniden okunmaz mı?
Bizim yazılarımız bir heyetin onayından geçerek orijinal haliyle önünüze geliyor. Ama sanmayınız ki, sanal yolla bize ulaşanlar da aynı minval üzere oluyor. Bir kere onlar, herhangi bir heyetten geçmiyor. Yazanın keyfine ve vicdanına kalıyor. Her zaman okşayıcı ve iç açıcı da olmayabiliyor.
İşin garip bir tarafı daha var.
Biz, içtimaîyat üzerine olan yazılarımızda parti ismi bile vermiyoruz. Lâkin gelen itirazlarda açıkça parti ismi veriliyor.
Biz meselenin köküne ve temeline inmeye çalışıyoruz. İtirazcılar, ağacın dal ve yapraklarında, binanın çatısında dolaşıp duruyorlar.
Diyorlar ki: “Böyle dinini ve diyanetini bilen insanlar, haricî cereyanlara neden âlet olsunlar? Neden kendilerini, bile bile felâkete atsınlar?”
Diyoruz ki: “Buyurun, Yirmi Dokuzuncu Mektub’un Altıncı Risalesi’nin Altıncı Kısmı’nı bir daha okuyalım. Orada altı tane şeytanî desise deşifre ediliyor. Makam sevgisi, şöhret duygusu, korku damarı, rızkından korkmak, ırkçılık, enaniyet ve vazifedarlık damarı gibi…
Ve Üstâd, “Kardeşlerim hakkında en çok korktuğum bu desiselerdir” diyor.
Diyorlar ki: “Hürriyet ve demokrasi hususunda, Münâzarât’ta yüz yıl sonrasına müjdeler var. Tam yüz yıl geçti.”
Diyoruz ki: “Beşerin sebep olabileceği gecikmeleri ve ertelenmeleri de hesaba katmak lâzım. O müjdeli süreye beşerî ve şerlî müdahaleler olmuştur. O müdahalelerin tahribatlarını tamire çalışmayanlara Cenâb-ı Hak o mükâfatı tattırır mı?
Kaldı ki tamire çalışmak bir yana, zahirî bir göz boyamanın arkasında tahribat daha katmerli devam ettiriliyor.
Görmüyor musunuz?
Benzer konuda makaleler:
- Ve nihayet, Yeni Türkiye!..
- Türkiye siyasetine uzaktan bakış
- “Bize dua eden, bizim duamıza dahil olur”
- Bugün, bizim anneler günümüz olmasın!
- Bir çorbanın hatırası
- Sahi, biz dindar mıyız?
- Bismillah diyerek başlayalım…
- Hastaları ziyaret bize memnu değil ki!
- Akılsız âlet olmak
- Hacılara
Eğitimci – Şair – Yazar
İlk yorum yapan olun