Peygamber Efendimizin Peygamberliği

Nübüvvet konusu incelenirken genel olarak peygamberlik müessesesi incelenmektedir. Özelde ise peygamber Efendimizin (a.s.m.) nübüvveti incelenir. Çünkü ondan önceki bütün peygamberler insanlığı onun nübüvvetine hazırlamışlardır. Geçmiş bütün peygamberler, ümmetlerine onu anlatmışlar, ondan bahsetmişlerdir. O, nübüvvet halkasının hem çekirdeği, hem de meyvesidir. Şu âlemin de varlık sebebidir.

“Şüphesiz bu (Kur’an’ın indirileceği) öncekilerin kitaplarında da vardı.” (Şuara, 26/196),

“Bu, elbette önceki sahifelerde, İbrâhim ile Mûsâ’ya verilen sahifelerde de bildirilmiştir.” (Ala, 87/18-19)

Bu ayetlerden de anlaşıldığı üzere geçmiş peygamberler, ümmetlerine peygamberimiz ve ona gönderilecek Kur’an’dan bahsetmişlerdir.

“Vaktiyle Allah, Ehl-i kitaptan ‘Kitabı, insanlara mutlaka açıklayıp anlatacaksınız, Onu asla gizlemeyeceksiniz!’ diye teminat almıştı.” (Âl-i İmran, 3/187) ayetinde, mutlaka insanlara açıklanması istenen şeyin Peygamber Efendimizin (a.s.m.) peygamberliği olduğu Taberi tefsirinde ifade edilmiştir.

Miraç hadisesinin anlatıldığı hadislerin farklı rivayetlerinde anlatıldığı şekliyle Peygamber Efendimiz bütün peygamberlere imamlık yaptığını açıklamıştır. (İbn-i Sa’d, I, 214; Kadı Iyaz, eş’Şifa, 1, 145)

Peygamber Efendimiz (a.s.m.) Mescid-i Haramdan Burak’a bindiğini, bu bineğin her adımını gözün gördüğü ufka attığını, bir anda Mescid-i Aksa’ya geldiklerini haber vermektedir.  Cebrail’in (a.s.) Burak’ı, bütün peygamberlerin, hayvanlarını bağladıkları bir halkaya bağladığını söylemektedir. Mescitte diğer peygamberlerin ruhları temessül ettiğini, bütün peygamberlerin kendilerine selâm verdiklerini, Peygamber Efendimizin de onların selamına karşılık verdiğini, Cebrail’in (a.s.) kendisine, ”Öne geç ve nebilere iki rekât namaz kıldır.” dediğini haber vermektedir. Peygamberimizin de bütün peygamberlere iki rekat namaz kıldırdığını açıklamaktadır. (İbn-i Sa’d, I, 214)

Bu ayet ve hadislerin ışığında Peygamber Efendimiz (a.s.m.) bütün peygamberlere imam ve nübüvvet halkasının serzâkiri durumunda olduğunu ifade etmektedir. Bediuzzaman bu durumu şöyle izah etmektedir.

“Sath-ı arz bir mescid, Mekke bir mihrap, Medine bir minber; o burhan-ı bâhir olan Peygamberimiz aleyhissalâtü vesselâm bütün ehl-i imana imam, bütün insanlara hatip, bütün enbiyaya reis, bütün evliyaya seyyid, bütün enbiya ve evliyadan mürekkep bir halka-i zikrin serzâkiri; bütün enbiya hayattar kökleri, bütün evliya tarâvettar semereleri bir şecere-i nuraniyedir ki, herbir dâvâsını, mu’cizâtlarına istinat eden bütün enbiya ve kerametlerine itimat eden bütün evliya tasdik edip imza ediyorlar.” (Mektubat, s. 281)

Peygamber Efendimizden (a.s.m.) önceki peygamberler, kendi kavimlerine ve kendi topluluklarına gönderilmiş iken Peygamber Efendimiz (a.s.m.) bütün insanlığa gönderilmiş bir peygamberdir. Dini ve daveti bütün insanlığadır. Bütün peygamberlere imamlık yapması da bunun bir nişanesidir.

“Evet, nasıl ki onun risaleti şu dâr-ı imtihanın açılmasına sebebiyet verdi. Öyle de, onun ubûdiyeti dahi öteki dârın açılmasına sebeptir.” (Mektubat, s. 289)

“İşte, bak: O zât öyle bir salât-ı kübrâda dua ediyor ki, güya şu cezire, belki arz, onun azametli namazıyla namaz kılar, niyaz eder.

Bak, hem öyle bir cemaat-i uzmâda niyaz ediyor ki, güya benî Âdemin zaman-ı Âdemden asrımıza, kıyamete kadar bütün nuranî, kâmil insanlar, ona ittibâ ile iktidâ edip duasına âmin diyorlar.

Hem bak, öyle bir hâcet-i âmme için dua ediyor ki, değil ehl-i arz, belki ehl-i semâvât, belki bütün mevcudat, niyazına, “Evet, yâ Rabbenâ, ver, biz dahi istiyoruz” deyip iştirak ediyorlar.

Hem öyle fakirâne, öyle hazinâne, öyle mahbubâne, öyle müştakâne, öyle tazarrukârâne niyaz ediyor ki, bütün kâinatı ağlattırıyor, duasına iştirak ettiriyor. Bak, hem öyle bir maksat, öyle bir gaye için dua ediyor ki, insanı ve âlemi, belki bütün mahlûkatı esfel-i sâfilînden, sukuttan, kıymetsizlikten, faidesizlikten, âlâ-yı illiyyîne, yani kıymete, bekàya, ulvî vazifeye çıkarıyor.

Bak, hem öyle yüksek bir fizâr-ı istimdatkârâne ve öyle tatlı bir niyaz-ı istirhamkârâne ile istiyor, yalvarıyor ki, güya bütün mevcudata ve semâvâta ve Arşa işittirip, vecde getirip, duasına “Âmin Allahümme âmin” dedirtiyor.

Bak, hem öyle Semî, Kerîm bir Kadîrden, öyle Basîr, Rahîm bir Alîmden hâcetini istiyor ki, bilmüşahede, en hafî bir zîhayatın en hafî bir hâcetini, bir niyazını görür, işitir, kabul eder, merhamet eder. Çünkü istediğini—velev lisan-ı hâl ile olsun—verir. Ve öyle bir suret-i hakîmâne, basîrâne, rahîmânede verir ki, şüphe bırakmaz, bu terbiye ve tedbir öyle bir Semî ve Basîr ve öyle bir Kerîm ve Rahîme hastır.” (Mektubat, s. 287-288)

“Fakat bir Müslüman, hem enbiyayı, hem Rabbini, hem bütün kemâlâtı Muhammed-i Arabî aleyhissalâtü vesselâm vasıtasıyla biliyor. Onun terbiyesini bırakan ve zincirinden çıkan, daha hiçbir peygamberi tanımaz ve Allah’ı da tanımaz ve ruhunda kemâlâtı muhafaza edecek hiçbir esasatı bilemez. Çünkü, peygamberlerin en âhiri ve en büyükleri ve dini ve daveti umum nev-i beşere baktığı için ve mucizatça ve dince umuma faik ve bütün nev-i beşere bütün hakaikte üstadlık edip on dört asırda parlak bir surette ispat eden ve nev-i beşerin medar-ı iftiharı bir zatın terbiye-i esasiyelerini ve usul-ü dinini terk eden, elbette hiçbir cihette bir nur, bir kemâl bulamaz. Sukut-u mutlaka mahkûmdur.” (Sözler, s. 209)

“Arkadaş! Vesvese ve evham zulmetleri içinde yürürken, Resul-i Ekrem’in (a.s.m.) sünnetleri birer yıldız, birer lâmba vazifesini gördüklerini gördüm. Her bir sünnet veya bir hadd-i şer’î, zulmetli dalâlet yollarında güneş gibi parlıyor. O yollarda, insan zerre miskal o sünnetlerden inhiraf ve udûl ederse, şeytanlara mel’ab, evhama merkeb, ehval ve korkulara ma’rez ve dağlar kadar ağır yüklere matiye olacaktır.” (Mesnevi-i Nuriye, s. 104)

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*