Türkiye’nin ihtiyacı adil hukuk, hürriyet ve adalet

14. Risale-i Nur Kongresi büyük ilgi gördü: Türkiye’nin ihtiyacı adil hukuk, hürriyet ve adalet

BEDİÜZZAMAN SAİD NURSÎ HAZRETLERİ’NİN VEFAT YIL DÖNÜMÜ MÜNASEBETİYLE HER SENE DÜZENLENEN RİSALE-İ NUR KONGRELERİ’NİN ON DÖRDÜNCÜSÜ PANDEMİ ŞARTLARI SEBEBİYLE ONLİNE OLARAK GERÇEKLEŞTİRİLDİ. “İNSANLIK İÇİN YENİDEN ASR-I SAADET” KONULU KONGREYE KATILAN PANELİSTLER, İSLÂMIN HÜRRİYET, ADALET VE HUKUKTAN YANA OLDUĞUNU; TEK ADAMLIK, ZULÜM, İSTİBDAT VE HUKUKSUZLUĞA KARŞI ÇIKTIĞINI DİLE GETİRDİ.
Haber: Nurseza Parlakoğlu – Lütfiye Özdemir

Kongre büyük ilgiyle takip edildi

Risale-i Nur Enstitüsü tarafından gerçekleştirilen “İnsanlık için yeniden Asr-ı Saadet” konulu kongre büyük ilgi gördü.

Zaman ispat etti

Programın açış konuşmasını Yeni Asya AŞ. Yönetim Kurulu Başkanı İzzet Atik gerçekleştirdi.

Atik konuşmasında: “Bin seneden beri İman ve Kur’ân aleyhinde terakküm eden Avrupa feylesoflarının itirazları ve şüpheleri yol bulup ehl-i imana hücum ettiler ve etmeye devam ediyorlar. Bir Cennet-i daimiyenin anahtarı, medarı, esası olan erkân-ı İmaniyeyi sarsmak istiyorlar ve sarsıyorlar. Elbette her şeyden evvel imanımızı taklitten tahkikiye çevirip kuvvetlendirmeliyiz. Eski zamanda büyük zatlar mükerreren demişler ki; Mütekelliminden ve ilm-i kelâm ulemasından birisi gelecek bütün hakaik-i imaniyeyi İslâmiyeyi delâil-i akliye ve kemal-i vuzuhla ispat edecektir. Evet zaman ispat etti ki o adam Risale-i Nur’dur. Yüz yıldır imanî meselelerde, özellikle içtimaî ve siyasî konularda âlem-i İslâmın kafası karışıktır ve el yordamıyla bir şeyler yapılmaya çalışılıyor. Çoğu zamanda fayda yerine zarar meydana geliyor. Üstadımızın yüz sene evvel kendi diliyle şimdi de Risale-i Nur vasıtasıyla söylediklerini tekrar edelim: ‘Gazetelerde neşrettiğim umum makalâtımdaki umum hakaikte nihayet derecede musırrım. Şayet zaman-ı mazi cânibinden, Asr-ı Saadet mahkemesinden adaletnâme-i şeriatla dâvet olunsam; neşrettiğim hakaiki aynen ibraz edeceğim. Olsa olsa, o zamanın ilcaatının modasına göre bir libas giydireceğim. Şayet müstakbel tarafından üç yüz sene sonraki tenkidât-ı ukalâ mahkemesinden tarih celpnamesiyle celp olunsam, yine bu hakikatleri, tevessü ve inbisat ile çatlayan bazı yerlerini yamalamakla beraber, taze olarak orada da göstereceğim. Hakikat telâkki olunan hayalin ömrü kısadır. Feveran eden efkâr-ı umumiye ile o aldatmalar ve mugalâtalar dağılacak ve hakikat meydana çıkacaktır, inşallah’” dedi.

Geleceğe dair ümitleri yeşertiyor

Kongrenin mahiyetiyle ilgili bir açış konuşması da Risale-i Nur Enstitüsü Sekreteri Ahmet Dursun tarafından gerçekleştirildi.

Dursun konuşmasında Asr-ı Saadet değerlerini günümüze taşımanın yeni bir dünyanın inşası için gerekli olduğuna dikkat çekerek, “Başkasının da mutluluğunu düşünme, paylaşma, dayanışma, adalet, hürriyet, muhabbet ve kardeşlik gibi fıtrî anlayışların hâkim olduğu bir dünyanın “Asr-ı Saadet” adıyla daha önce yaşanmış olması gerçeği, insanlığın geleceğinde de böyle bir dünyanın olabileceği ümitlerini yeşertmektedir. Gelecek yıllar Asr-ı Saadet’i ifade eden manaların arandığı yıllar olacaktır.  Dünya barışını ve insanlığın saadetini netice verecek bu imkânları araştırmak, hayatı çatışma, mücadele ve daha çok kazanma üzerine kuran kapitalist ilişki biçimlerinin ve dünyamızı esir alan postmodern maddeci  yaklaşımların tek geçerli yöntem olmadığını anlatmak ve insanlığı bunlardan azade kılacak işleyiş ve mekanizmaların yolunu Risale-i Nurlar’ın sunduğu fikirlerden yararlanarak göstermek Enstitümüz tarafından düzenlene İnsanlık İçin Yeniden Asrı Saadet kongresinin  temel yaklaşımını ve amacını ifade etmektedir” dedi.

İslam’da baskıcı yönetim anlayışı yoktur

Programın devamında Panel yöneticisi Dr. Ömer Ergün Asr-ı Saadet ile ilgili temel bilgiler vererek paneli başlattı. “İnsanların en bahtiyar olduğu çağ” olarak ifade edilen Asr-ı Saadet’in literatürde bazı değerlerinin söz konusu olduğunu söyleyen Ergün, “Asr-ı Saadet’te özellikle yardımlaşma, doğruluk, sorumluluk, sevgi, merhamet, saygı, güvenirlik, hoşgörü gibi kavramların olduğu literatürde görülmektedir” dedi.

Peygamber Efendimiz (asm) ve 4 halife döneminden sonra hilâfetin saltanata dönüşmesinin İslâm’ın bir gereği olmadığını ifade eden Ergün, “İslâm’ın öngördüğü imtiyazsız toplum ve âdil devlet düzeninden bu açık bir sapmadır. İslâm’ın doğru tanımında baskıcı, dayatmacı, tek adam veya kurul istibdadına dayalı bir yönetim anlayışı yoktur” ifadelerini kullandı. Günümüzde Kur’ân’ın ve onu bütün haliyle yaşayan Peygamber Efendimiz’in (asm) güzel ahlâkına hepimizin ihtiyacı olduğuna dikkat çeken Ergün, “Bu anlamda yeniden Asr-ı Saadet’e, özümüze dönmeli, huzurun, mutluluğun, barışın ana ilkelerini orada aramalıyız” dedi.

Bu mu’cizenin müjdesi Risale-i Nur’dur

İlk konuşmacı Prof. Dr. Ömer Önbaş, tıp dili ile enzim ve Risale-i Nurlar’ı karşılaştırarak bir sunum gerçekleştirdi.

Önbaş özetle şunları anlattı: “Risale-i Nur, Kur’ân’ın peygamber mu’cizelerini zikretmesinin hikmetlerini açıklarken, hem peygamberlerin örnek ahlâklarını, ubudiyetlerini ve Rabbimiz yanındaki makbuliyetlerini nazara verir. Hem de Peygamberlerin ellerindeki sanatlara insanlığın dikkatini çeker, benzerlerini yapmaya teşvik eder. İnsanlığın gitgide ihtiyacı artar, asırların meşvereti ile çalışır, çabalar ve ahir zamanda büyük gelişme kat ederek Peygamberlerin mu’cizelerine yaklaşır. İnsanlık, fen ve teknoloji ile faklı unvanlar altında mu’cizelere benzer gelişmeleri bir nevi Peygamberleri tasdik hükmüne geçer. Hz. Peygamber’in (asm) en büyük mu’cizesi, getirdiği Kur’ân Nur’u ile bedevi, vahşi, adetlerinde mutaassıp, inatçı bir kavmi en medeni ve bütün insanlığa muallim, üstad eylemesidir. Ahir zamanda, diğer Peygamberlerin gerçekleşen mu’cizeleri elbette Hz. Peygamber’de (asm) de gerçekleşecektir. İnsanlığın düştüğü zor duruma bakılırsa, bu mu’cizeye olan ihtiyaç çok şiddetlenmiştir. İşte bu mu’cizenin müjdesi ve yol haritası Risale-i Nur’dur.”

Türkiye’nin adil hukuk ve hürriyete ihtiyacı var

Üçüncü konuşmacı Anayasa Hukukçusu Prof. Dr. Mustafa Erdoğan, “Modern toplumların saadeti mutluluğu hangi prensipler etrafında gerçekleşecek?” sorusu üzerinden konuşmasına başladı.

Erdoğan şunları söyledi: “Hukukun ne olduğunu anlamak için evvelâ onun ne olmadığını belirlemek gerekiyor. Bu nokta Türkiye için fevkalâde önemli. Çünkü Türkiye’de hâkim olan düşünüş ve anlayışa göre hukuk devletin vatandaşlara yönelik tek taraflı emirleri buyrukları hatta dayatmalarıdır. İşte hukukun ne olduğunu anlamak için tam da bu düşüncenin karşıtını kendime kılavuz edinmemiz gerekiyor. Yani hukuk devletin cebir gücü sayesinde vatandaşlara tek taraflı olarak dayattığı bir emirler sisteminden ibaret değildir. Hukuk esasen kişilerin akıl ve irade sahibi failler oldukları varsayımına dayanır. Hukukun muhatabı akıl ve irade sahibi sorumlu failler olarak insanlardır. Hukuk bu şekilde anlaşılan kişiler ve yurttaşlar ile devlet arasındaki bir karşılıklılık ilişkisinin ürünü olarak ortaya çıkar ve kişilerin kendilerini uymakla yükümlü addettikleri bir normlar sistemi olarak görülür.

Hukuk insanların davranışlarını yönetir. Hukukun tek taraflı bir devlet dayatması değil de karşılıklılık ilişkisi çerçevesinde üretilen bir ürün olduğu düşüncesi ilişkinin bir tarafı olan devletin hukuku ürettiği ölçüde onu âdil bir şekilde yapmasını gerektirir ki ancak vatandaştan ona itaati talep edebilsin. Böylece hukuk kişilerin uymak zorunda oldukları buyruklar değil aksine kişilerin uymayı bir yükümlülük olarak hissettikleri hukuka uymayı bir yükümlülük olarak gördükleri durumda doğru anlamda hukuktan söz edebiliriz. Sahici hukuk âdil bir hukuktur. Ama âdil bir hukukun ne olduğunu anlamak için evvelâ kısaca adalet kavramı üzerinde durmak gerekiyor. Doğu Roma İmparatoru Justinyanus zamanında derlenen bir kitaba atıfta bulunan Erdoğan, “Bu klâsik tanım adaleti herkesin hakkı olan veya hak ettiğini verme konusundaki sarsılmaz irade olarak tanımlıyor. Bu tanımı esas aldığımızda sormamız gereken insanların hakkı nedir? İnsanlar neyi hak ederler? Bu sorunun cevabını şu dört ilkede toparlayabiliriz. Birincisi insanlar doğuştan sahip oldukları evrensel insan haklarını hak ederler: bu herhangi bir ayrım tanımayan bir haktır. İkinci olarak yine adaletin gereği herkes kendi çabasıyla meşrû yoldan kazandıkları ile hak sahibidir. Üçüncü olarak ortak işlerde nimet ve külfetlerin dağılımından kişiler âdil pay hak ederler. Dördüncü ilke ise, adalet kişilerin cezayı hak ettiği veya tazmin ve telâfi borcu altında olmalarını gerektirmektedir. Bu dört ilke çerçevesinde hukuk toplumda barış ve düzeni temin eden vazgeçilmez bir araç olarak ortaya çıkıyor.”

Bütün kuvvetimle adaletin lehinde, zulmün aleyhindeyim

DR. ÖMER ERGÜN: İSLÂMDA BASKICI YÖNETİM YOKTUR.
PROF. DR. ÖMER ÖNBAŞ: PEYGAMBERİMİZİN (ASM) EN BÜYÜK MU’CİZESİ KUR’ÂN’I İNSANLIĞA REHBER ETMESİ.
PROF. DR. MUSTAFA ERDOĞAN: HUKUK KEYFÎLİĞİ ÖNLER.
PROF. DR. CİHANGİR İSLAM: DEMOKRASİ TAHAKKÜME KARŞI BİR SİGORTA.
PROF. DR. İLYAS ÜZÜM: RİSALE-İ NUR İNSANLARI ASR-I SAADETE ULAŞTIRAN BİR PROGRAMDIR.

Erdoğan, şu şekilde devam etti: “Hukuk eskiden kişisel bir erdem olarak görülmekteydi, ama modern zamanlarda son 300 yıldır hukuk daha ziyade toplumsal siyasal kurumların bir vasfı olarak kullanılıyor. Adaletin toplumsal siyasal kurumların bir vasfı olarak görülmesi için devlet ve kişiler arasındaki ilişkinin bir karşılıklılık ilişkisi olarak anlaşılması gerekir. Adalet devletin yurttaşlara istediği zaman verip istediği zaman geri alabileceği birer bağış değil, onlara teminle mükellef olduğu bir görevdir. Hukuk insanlara ne yapmaları kendileri için doğru olanın ne olduğunu buyrulması demek değildir. Hukuk insanlara amaç dayatamaz. Hukuk insanların veya bir kişinin akıl ve irade sahibi sorumlu birer fail olarak hangi amaçları güdeceğine, hayatı nasıl yaşayacağına kendisinin karar vermesini, ama bu kararın uygulanma alanının sınırlarının hukuk tarafından belirlenmesi gerekir. Hukuk bize bir çerçeve çizmelidir. Bir hukuk sisteminin âdil olması için hak arama yollarının açık olması gerekiyor ve mahkemelere erişiminde kolay olması gerekiyor. Hukuk Devletin buyrukları demek değildir. İktidarın kendisi, gücün kendisi yozlaştırır, insanı bozar. Hele kuralsız, keyfi bir iktidar söz konusu ise hele devlet benim diyen bir irade ile karşı karşıyaysanız bu durumda devlet gücünün meşrû olmadığı belli olan apaçık durumlarda dahi insanlara keyfi olarak haksız olarak müdahale eder bütün devletler. O zaman bize bir ilke, hürriyet ve özgürlük karinesi lâzım.  Kısaca Türkiye’nin bugün en fazla ihtiyaç duyduğu şey âdil hukuk ve hürriyettir.”

Demokrasi, tahakküme karşı bir sigortadır

Üçüncü konuşmacı İstanbul Milletvekili Prof. Dr. Cihangir İslam, konuşmasına Medine Sözleşmesi’nin önemine dikkat çekerek başladı.

İslam, şu ifadeleri kullandı: “İstibdat bizim neyimiz olur? Zalim bir istibdadın yerini salih bir istibdat alırsa sorun çözülmüş mü olur? Salih istibdat kendi içinde karşıtlığı da taşıyan bir kavram. Ben salih bir istibdadın olamayacağı, istibdadın bizatihi kötü olduğu kanaatindeyim. Zorlamanın bizatihi kötü bir şey olduğunu biliyoruz. Kendi kişisel hayatımızda da toplumsal hayatımızda da tecrübe ediyoruz. Elinizde mutlak hakikat olsa bunu bana zorla, dayatmayla önüme koyup bunu kabul etmemi isteyemezsiniz. Bu bir gönül işidir, gönüllülük, rasyonalite işidir.” İktidarın, insan fıtratına son derece aykırı olan istibdadı bir anlamda içselleştirdiğini ifade eden İslam, “Bu hastalıklı durumu sadece Türkiye’de değil belki bütün İslam dünyasında değiştirmek mükellefiyetimiz vardır” dedi.

İslam konuşmasına şöyle devam etti: “Bir Müslüman zihin tarihe baktığında Nemrut’un karşısındaki Hz. İbrahim’in, Firavun’un karşısındaki Hz. Musa’nın ve dönemin hâkimlerinin karşısındaki Hz. Peygamber’in mücadelesini rahatlıkla görebilir. Ahlaki açıdan herhangi bir monarşinin, oligarşinin meşrû olamayacağı, yönetimin tümüyle ortak bir hakkı ve gö- revi olduğu kanaatindeyim. Gerek Emevi dönemi ve sonrasını, ama aynı zamanda 4 Halife dönemini de bizim mukayese edebilmemiz için bir mihenk taşına ihtiyacımız var. Ben bu mihenk taşını Hz. Peygamber’in (asm) Medine’de geçirdiği 10 yıl içerisinde buluyorum. Orada yerleştirmeye çalıştığı yönetim anlayışı sözleşmeye dayalıydı. Bütün dönemin yapısına baktığımızda o kabile yapısının hiç kimse dışarıda bırakılmaksızın en küçük grubun dahi oy çokluğuna değil taleplerin niteliğine bakılarak hayata geçirilmiş bir sözleşme çabası olduğunu burada görüyoruz. Aslında sivil hayatın yönetime nüfuz edebilmesinin belki de yegâne yolu bu sözleşme modelidir.

İkincisi eşitlik ilkesinin ve özgürlük prensibinin çalıştığını görüyorum. Aşağı yukarı 10 bin nüfusu olan Medine’de 4 bin 500 putperest 4 bin kadar Yahudi bin beş yüz Müslüman, 30-50 arasında Hıristiyan nüfus ve dönemin diğer inançlarının müntesipleri olduğunu görüyorsunuz. Ama bunların hepsi ile masaya oturuyor ve ortak bir sözleşme yapıyor. Prensip şurada, özel hukukunuz kendi inançlarınıza ait hukuku siz kendiniz yaşayabilirsiniz kendi içinizde birey, cemaat olarak, ama vurguladığı nokta kamu hukukunun idare hukukunun bütün gruplar tarafından ortak tesis edilmesinin bir anlamda zorunluluğu oluyor. O sözleşmede herhangi bir resmi ideoloji yok. Şunu görüyorum adeta Medinelilik üzerinden bütün bu heterojen insanlar arasında bir ortak kimlik oluşturmaya çalıştığını görüyorum. Yine kamu ve idare hukuku üzerinden. Bugün bunların rahatlıkla uygulanabileceğini önemli olanın insanın burada irade koyması olduğunu düşünüyorum.

Bugün ne yazık ki kadim bir mesele olan ve bu iktidar tarafından da bize yaşatılan tek tipleşme hadisesidir. Tek tipleştirme hadisesini hem Müslüman ve inanmayanlar arasında düşündüğümüzde Müslümanların böyle bir hakkı olmadığını görüyoruz. Müslümanlar arasında da tek bir mezhebi veya meşrebi adeta resmi ideoloji olarak dayatacağı ve bizim tarihimizden bugüne kadar gelen bu çoğulcu yapıyı bozacağı, buna hasar vereceği kanaatindeyim. O yüzden bugünün yanlışları içerisine şunu koyabiliriz: Devlet tarafından kimlik dayatılması yanlış bir uygulamadır, insan haklarına aykırı bir uygulamadır.

Pedagojik açıdan da insanın tekâmülünü engelleyecek yapıdadır. Üstad Bediüzzaman Said Nursî Lem’alar’da şöyle diyor: “Meşreben ve fikren, müsavat-ı hukuk mesleğini kabul edenlerdenim. Ve şefkaten ve İslâmiyetten gelen sırr-ı adaletle, burjuva denilen tabaka-i havassın istibdat ve tahakkümlerine karşı eskiden beri muhalefetle çalışanlardanım. Onun için, bütün kuvvetimle adalet-i tâmme lehinde, zulüm ve tagallübün ve tahakküm ve istibdadın aleyhindeyim.” Bu kadar net ve bu kadar açık bu konuda.

Müslüman güçlü olduğu yerlerde diğer grupların hamisidir, koruyucusudur. Onlarla birlikte hak mücadelesi vermek zorundadır. Bu bir görevdir. Bugünkü iktidar Müslüman kimliğini birtakım imtiyazlarla açıklamaya çalışıyor. Eğer Allah’ın Rahman sıfatına bakarsak bu dünyanın nimetleri istisnasız bütün mahlûkata eşit şekilde açıktır. Müslümanın farkı nedir? Müslümanın farkı hissettiği sorumlulukta, üstlendiği vazifededir. Bu dünyada hak mücadelesi, adalet mücadelesi yapmak ve neticede sınavını başarılı bir şekilde verip bu dünyayı onurlu bir şekilde terk etmektir. Medine Sözleşmesi’nde hukuk hakimiyeti görüyorum. Kanun hâkimiyetinin kişi hâkimiyetinin önüne geçtiğini görüyorum. Yine Üstad’dan bir cümle okuyayım: “Meşrûtiyetin sırrı, kuvvet kanundadır, şahıs hiçtir. İstibdadın esası, kuvvet şahısta olur, kanunu kendi keyfine tabî edebilir, hak kuvvetin mağlûbu.”

Laiklik kavramına da değinen İslam, Batı’da bu kavram üzerinden ciddî mücadeleler yaşandığını anlatarak, “Batı’da laiklik mücadelesi yer yüzünden bütün inançları, kutsalı silme, bunların kökünü kazıma mücadelesi miydi yoksa herkesin inandığı veya inanmadığı gibi yaşadığı bu inançların hiçbirinin devlete resmî ideoloji olarak aktarılmadığı ve devletin de olabildiğince nötr yapısıyla büyük küçük fark etmeden bütün bu gruplara eşit mesafede durduğu bir yapı mıydı amaç bu muydu? Ben amacı ikincisi olarak görüyorum. Başta belki o Jakoben anlayışlar bir müddet hayat buldu, ama Batı’nın kendi mücadelesi takip edildiği zaman bu özgürlükçü tarafın kazandığı görülüyor. Mesele sözcükte değil içeriğinin ne ile doldurulduğundadır. Herkes inandığı gibi yaşayacaksa benim böyle bir prensiple sorunum olmaz. Gelelim Cumhuriyete. Cumhuriyet her halde şunun cevabı “Kim yönetecek?” Bir aile mi bir grup mu sınıf mı, hepimiz mi yöneteceğiz? Saddam Cumhuriyetti, İngiltere ve İsveç Krallık. Cumhuriyet sözcüğü tek başına çözmüyor olayı. O zaman “Nasıl yönetecek” sorusuna geliyoruz ki bence demokrasinin işle- vi burada ortaya çıkıyor. Laiklik bence mutlaklaştırmaya karşı geliştirilmiş bir sigortadır. Demokrasi de insanın insana, grubun gruba tahakkümüne karşı geliştirilmiş bir sigortadır” ifadelerini kullandı.

Risale-i Nur Asr-ı Saadete ulaşma programıdır

Son konuşmacı Prof. Dr. İlyas Üzüm, Cahiliye ve Asr-ı Saadet kavramlarını açıklayarak konuşmasına başladı. Üzüm, Hz. Muhammed’in (asm) şahsiyet-i maneviyesinin, hüsn-i siret ve cemal-i suretinin, getirdiği mesajların fizikî âlem ve insan fıtratı ile uyumunun ve getirdiği mesajlara kendi tabiiyetinin cahiliyeyi Asr-ı Saadet’e çevirdiğine dikkat çekti. Asr-ı Cehalet ve Asr-ı Saadet karşılaştırması yapan Üzüm, cahiliyeyi Asr-ı Saadet’e çeviren değerleri de şöyle sıraladı: “1. İnanç alanında: Tevhide dayalı uluhiyet b) Melek inancı, c) Kitap (İlâhî mesaj) inancı, d) Nübüvvet inancı, e) Ahiret inancı, f) Kader inancı 2) Sosyal hayat alanında: a) Adalet, b) hürriyet (istibdadın kaldırılması), c) Sıdk ya da doğruluk, d) Uhuvvet, e) Şûrâ ve meşveret, f) Liyakat (emanet)…” İslâmî değerleri asırlara taşıyan Kur’ân, sünnet, ulema ve mücedditlere dikkat çeken Üzüm, Risale-i Nur’un müfessir, âlim, mürşit, müçtehid ve müceddit olarak bu değerleri asrımıza taşıdığını ifade etti. Risale-i Nur’un iman esaslarını, ibadetleri, içtimaî-siyasî hayatı ele alış biçimine vurgu yapan Üzüm, “Risale-i Nur, İslâm’ın iman esaslarını, ibadetleri ve ahlâk umdelerini insanî ve evrensel düzeyde ele almaktadır. Ferdi planda “saadet” imanın içselleştirilmesine bağlı olup Risale-i Nur bunu sağlamaktadır. Toplumsal planda saadet İslâm’ın adalet, meşveret, hürriyet, sıdk gibi prensiplerinin hayata geçirilmesine bağlı olup Risale-i Nur bu konuda tahşidat yapmaktadır. Risale-i Nur, başta müellifin hayatı olmak üzere ferdi olarak yüz binlerce insanın hayatında tecrübe edilmiş ve belirtilen sonuçları vermiştir, vermektedir. O halde Risale-i Nur çağımızda bütün insanlık için “Asr-ı Saadete” ulaşma programıdır, denilebilir” dedi.

SON

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*