Bir insan hem Allah dostu olacak, hem de ona Allah belâ ve musîbet verecek? İnsanın bu münasebeti anlayamaması her halde belâ ve musîbetten ne anladığı ile doğrudan alâkalıdır. Musîbet, zahiren bakıldığında insanı zorlayan, ezen, üzen olarak görülür. Oysa musîbetlerin hikmet ve rahmet veçhelerini görebildiğimiz takdirde o, musîbet olmaktan çıkacaktır.
Nitekim Bediüzzaman da hakikî musîbetin ‘dine gelen musîbet’ olduğu tesbitiyle, tam da bu noktayı anlamamızı kolaylaştırır. Zirâ dine gelen musîbetlerin dışındaki musîbetler, hikmet, rahmet ve adalet çiçekleriyle gelir. Dolayısıyla insanın istidatlarının inkişafına sebep olan, günahlarını döken, insana mertebe kat ettiren olumsuzluklara musîbet demek, daha başta yanlış bir bakış açısı olsa gerektir.
Musîbet gibi görünen olumsuzluklar aslında büyük ruhlara daha çok verilir ki bundan maksat, olgunlaştırmaktır. Çünkü, büyük dâvâların taşıyıcıları zorluklarla karşılaştıklarında hemen dönüp gitmemeleri, pes etmemeleri, dâvânın hakkını verebilmeleri için mukavemetlerinin, dâvâlarının ulvîliği ve büyüklüğü ölçüsünde artması gerekir.
Belâ ve musîbetler aslında ham olan ile has olan ruhları birbirinden ayırır. En ufak bir lâfa, söze, eleştiriye tahammül edemeyenler bu büyük dâvânın sorumluluğunu yüklenemeyecek ham ruhlardır.
İşte Cenâb-ı Hak, musîbetleri yağdırır, tâ ki daha başlangıçta zayıf ve mukavemetsiz kimseler ağır ve büyük hizmetlerin ve dâvâların altına girmesinler.
Sahabelerin hayatlarına bakıldığında Peygamber Efendimizin (asm) gönderilmesiyle beraber bir çok musîbet ve belâ onların üzerine inmiş, fakat sahabe ruhlar ile müşrik ve münafık ruhlar bu musîbetlerle ayrışmıştır. İslâm gibi büyük bir dâvâya hizmet edecek Ebubekir, Ömer, Ali, Osman, Bilâl ruhlar musîbet kalburunun üzerinde kalıp sahabeleşmişlerdir.
Bir hadis-i şerifte, “İnsanların en çok musîbete uğrayanları evvelâ peygamberlerdir, sonra derecelerine göre veliler, salihler gelir. Kişi, dinine göre belâ ve imtihanlara maruz kalır. Eğer, salâbet-i diniyesi varsa, belâsı daha da artar. Fakat dininde gevşek yaşıyorsa, ona göre musîbetlerle karşılaşır. Kişiye belâlar gelir de artık onun üzerinde hiçbir günah kalmaz” buyrulmuştur.
Evet, belâ ve musîbet korkusu, insanın dâvâsından, malından, inandığı değerlerden ayrılmasına sebep olacaktır. İşte bu hal imtihanın ta kendisidir. Yani büyük hizmetlere girenler, büyük sıkıntı ve belâlara hazır olacak ruh olgunluğuna ulaşması gerekir. Bu da, dinindeki salâbeti ve imanındaki yakin ile doğrudan alâkalıdır.
Bediüzzaman, musîbetlerin dinî olmamak şartıyla menfî ibadetler sınıfına dahil olduğu tesbitiyle konunun bir başka veçhesini gösterir. Zira müsbet ibadetlerde ihlâsın zıddı olan riya olabilir. Fakat menfî ibadet olan belâ ve musîbetlere sabır içinde şükretmek, tam ihlâslı ibadet sevabı kazandırır ki, bu durum kişinin manevî derecesini arttırır.
Hâsılı, musîbetler ile Cenâb-ı Hak, hakka tam ve halis hizmet edecek has ruhlar ile en kritik anlarda, en salâbetli durulması gereken noktalarda hemen orayı terk eden, hakkın hatırını âlî tutamayan ve susan hamları tefrik etmektedir.
İnsan manevî derecesini karşılaştığı bu olumsuzluk, tenkit veya belâya karşı göstereceği tavırla anlayabilir. Karşılaştığı şey, onun ruhunda ne kadar ümitsizliğe, şevk kırılmasına veya saf değiştirmesine sebep olmuşsa, imanı da o nispettedir. Ne kadar, ne olursa olsun devam, şevk, salâbet, sadakat duygularından ve duruşundan ayrılmıyorsa, o kişinin imanı da o derece üstündür, kuvvetlidir.
İşte musîbetlere, olumsuzluklara bu nokta-i nazardan bakmak, iman derecesi ile musîbetin doğru orantılı artışı arasındaki münasebeti anlamamızı kolaylaştıracaktır.
Benzer konuda makaleler:
- Dost, dost!
- Kur’ân nurlarına her yerde ihtiyaç var
- Kur´ân ile dost olmak
- Hizmet metodu olarak cemaat ve cemiyet
- Yaşananlar
- Yeni Asya 48 yaşında
- Meydan sazı
- Dünyayı kesben değil, kalben terk etmeli
- Rızânın neresindeyiz?
- Dünya seni terk etmeden evvel sen onu terk et!
İlk yorum yapan olun