İnsanın işlediği günahların altında yatan temel psikoloji, anlık lezzetlerin ilerideki büyük lezzetlere tercihi veya anlık korku ve elemin ilerideki büyük elem ve korkuya tercih edilmesidir.
Bedenine bir hastalık gelince, korkan, titreyen insan, kalp hastalıklarında yani mânevî hastalıklarında aynı titizliği göstermez, belki farkına bile varmaz. İşte bu noktanın temelinde yatan psikoloji, yine anlık korku ve lezzetlerin ilerideki lezzet ve korkulara tercih meselesidir. Çünkü insan, maddî hastalığının elemini bu dünyada hemen gördüğü için, tedavisi için de hemen harekete geçer. Oysa günahların sebep olduğu mânevî hastalıkların zararları daha çok ahirette, gelecekte görüleceğinden insan bu konuda hemen öyle kolay adım atmaz.
Kalplerin hasta olması demek de, kalbin Allah’tan başka şeylere tutunmak, bağlanmak istemesi demektir. İşte böyle bir hastalığı anlamak için, eskilerin deyimiyle ‘akl-ı muad’ lâzımdır. Akl-ı muad, ileriyi gören, gelecekteki lezzet ve elemleri idrak eden, keskin görüş demektir. Başka bir deyişle, dünyaya ait işlerin, kırılmaya mahkûm şişeler hükmünde olduğunu idrak edip, dünyalıklar üzerindeki fanilik damgasını okuyabilen akıldır. Daha çok bu akıl, kâmil insanlarda bulunan ve imanla doğru orantılı gelişen bir akıldır.
Bu aklın mahiyetinde feraset ve basiret vardır. Yani sadece dünyaya değil kabrin öbür tarafını görebilen ve buna göre çalışan akıldır.
Risâle-i Nur derslerinde, işte bu “akl-ı maad”ı geliştirmenin yolları öğretilir. İnsanda akla bağlı olan şedit hissiyâtlar mevcuttur. Bu şedit hissiyâtlar aslında ahireti kazanmak için verilmiştir. Fakat insan bu hislerin hepsini bu dünyayı kazanmak için kullanırsa, hasarete düşer. Bediüzzaman, binleri bulan bu şedit hissiyatlardan bazılarını şöyle tesbit etmiştir. Aşk, inat, endişe-i istikbal, mala ve şöhrete olan hırs gibi.
İşte çözüm olarak da bu hislerin nasıl doğru kullanılacağının formülünü sunar. “Bunların hafiflerini dünya umuruna, şiddetlilerini uhrevî vazifelere sarf etse, ahlâk-ı hamideye menşe, hikmet ve hakikate muvâfık olarak saadet-i dareyne medar olur.” (İman ve Küfür Muvazeneleri)
Hâsılı, insan aklı, eğer nefsin emrinde çalışıyorsa ki buna akl-ı maaş denir. Anlık lezzet ve zevklerin tatmini peşinde koşan, gelecek ve geçmişi ölü kabul eden, adeta cism-i hayvaniyeye ait bir akıldır. Fakat iman, dizginini, bu cism-i hayvânînin elinden alıp, kalbe ve ruha teslim ettiği zaman, mazi ve müstakbele hülûl edebilen, kalp ve ruhun daire-i hayatında çalışan akla ise, akl-ı maad denir.
Hakikî insanlarda ve insanların şereflilerinde bulunan bu “akl-ı maadı” kuvvetlendirmek gerekir. Bediüzzaman, günahların temelinde yatan ve bu akibeti görmeyen kör hissiyatı terbiye etmenin formülünü 17. Söz’de (Kalbe Fârisî tahattur eden Münâcât Risâlesinde) talim ettirir. İbrahimvârî bir bakış ve arayışla insan hayatını çepeçevre saran fanilikleri tesbit ve bakiye çevirmenin yolunu gösterdiği bir formüldür.
Bundan başka insanı hakikî zevklere ulaştıran ve ahlâk-ı âliyeyi kazandırıp, iki dünya saadetini kazanmaya vesile olan bu aklı, körlükten çıkaran ve kuvvetlendiren başka bir kuvvetlendirici formül de, rabıta-i mevt, yani ölümü düşünme hakikatidir. Bediüzzaman, rabıta-i mevti, ihlâsı kazandıran ve muhafaza ettiren bir sebep olarak zikreder. Çünkü insanı günahlara atan sebeplerin başında, tûl-i emel gelmektedir. Tûl-i emel sahibi bir insan da, dünya zevklerine düşkün olup, ölüm hakikatini unutan, sıhhatine, gençliğine, güç ve kuvvetine güvenerek aldananlardır. İşte ölümün her an gelebileceğini düşünmek, bu kalbî hastalığı tedavi etmenin en tesirli yoludur.
Akl-ı maadı kuvvetlendirmenin başka bir yolu da, ahirette olacak şeyleri öğrenmektir. Daha küçük yaşlarda çocukların bu akl-ı maadı geliştirilip, ileride kazanacağı Cennet nimetlerinden bahsedilebilir. Gençlere ise daha çok günahların neticesindeki Cehennem azabından bahsedilerek akibeti görmeyen kör hissiyatı iptal edilip, körlükten kurtarılabilir.
Akl-ı maadı kuvvetlendirmenin bir başka yolu da, ahiret derdi ile şereflenmiş insanlarla birlikte bulunmak, imanı kuvvetli olanlardan bir çevre oluşturmakta mümkündür. Bediüzzaman’ın tâbiriyle, ‘uhrevî adam’larla beraber olmak ve uhrevîleşmek gerekir.
İşte bütün bu saydıklarımızın hepsinin beraberce tâlim edildiği, insan aklının nefsin elinden alınıp, imana verildiği, kalp ve ruh dairesinde bir hayat sürüldüğü, dünya nimetleri üzerinde fanilik damgasının en güzel okunduğu ay Ramazan ayıdır. İnsanın adeta melekleştiği, melekleştiği ölçüde imanın kuvvetlendiği bu ay, bizim olan her an yaşadığımız, fakat farkına varamadığımız binler hissiyâtı terbiye eden mübarek bir aydır.
Yasemin Yaşar
Benzer konuda makaleler:
- Günahlar ve dünyadaki etkisi
- Neden imanı amele dökemiyoruz?
- Kişinin Rabbiyle tekrar münasebete geçmesi hâli: Tövbe
- Hastalanmış manevî kalpler
- Küçük günahlar daha mı tehlikeli?
- Günahların kalbe etkisi
- Asıl feryad edilecek hastalık ve musibetler
- Tehlikeleri görebiliyor muyuz?
- İman esaslarının aklen ispat ve izahı
- İlim ve kalbin önündeki engel
İlk yorum yapan olun