Hicret zamanı

Muharrem ayının ilk günü demek, yeni bir Hicrî yıla giriş demektir. Hicrî yıl deyip de hicreti hatırlamamak mümkün mü?

Okuduğumuz ve idrak ettiğimiz kadarıyla, hemen Peygamber Efendimizi (asm), onun yol arkadaşı Hz. Ebubekir’i (ra) ve onlardan önce Medine’ye göç eden sahabeleri, onlardan da önce Habeşistan’a göç eden sahabeleri hatırlarız.

Başlangıç olarak Mekke’den Medine’ye hicreti esas alan Hicrî Takvim’in, Hz. Ömer’in hilâfeti zamanında kabul edildiği dahil, hicretle alâkalı bilgilerimizi tazeleriz. Sevr Dağını, Hira Mağarasını, Allah’ın iki sevgili yolcusunu, örümcek ve güvercin mucizelerini, onların izini süren Süraka’nın başına gelenleri ibretle yad eder, imanımızı güçlendiririz. Bilhassa Resûlullah’ın (asm) Medineliler tarafından “Veda tepelerinden” nidalarıyla karşılanma tablosunu nazarımızda ve zihnimizde canlandırmaya çalışırız.

Tarihteki ve takvimdeki mânası, yeri ve zamanı itibariyle Hicret; ancak Resul-ü Ekrem Efendimizin (asm) Mekke’den Medine’ye hicreti ve orasını şereflendirmesiyle kemâline ermiş, zirveye ulaşmıştır.
***
Bir başka yönüyle hicretin sürekliliği vardır. Abdullah İbni Amr İbni’l Âs (ra)’dan rivayet olunur ki, Nebî (sav) şöyle buyurdu: “Hicret iki türlüdür. Birincisi; kötülüklerden hicret, diğeri, Allah ve Resûlü’ne hicrettir. Hicret, tevbe kabul olunduğu sürece sona ermez. Tevbe de güneş batıdan doğuncaya kadar makbûldür….”

Geniş ve kapsamlı mânası itibariyle, enfüsî ve afakî, her zaman ve her mekânda hicret cereyan eder. Esfel-i safiline düşmeye ve alay-ı İlliyyine yükselmeye müsait ve müstaid yaratılan insanın, insaniyet seyrindeki tedenniyat ve terakkiyatında da “hicretler” vardır. İlim ve tefekkürdeki yükselişler ve “intikaller” de bir nevi hicrettirler.

Üstâd Bediüzzaman’ın Birinci Saîd’den İkinci Saîd’e ve İkinci Saîd’den Üçüncü Saîd’e intikali de ulvî, fikrî ve manevî hicretlerdir, denilebilir.
***
Küfür ve şirk diyarından İslam diyarına yapılan göçler gibi; korku ve dehşet ortamından emniyet ve güven ortamına kaçışlar da “hicret” kavramına dahildirler. Suriye’den ve terör ortamlarından kaçanlar gibi.. (Ne gariptir ki, şanlı bir tarihin mirasına sahip bir Türkiye’de, inançlarına uygun yaşayışları sebebiyle eğitim hakları ellerinden alınan bazı gençler de, güvenli ve “özgür” ortamı Viyana’da bulmuşlardı.)

Aslında İslâm adına yapılan bütün hizmetler ve yolculuklar, günümüz Müslümanlarına hicret sevabı kazandırdığına dair çok rivayetler vardır.

“Fitneler etrafı sardığı bir zamanda ibadete yönelen bir kimse sanki bana hicret etmiş gibidir.”

“Asıl muhacir, Allah’ın nehyettiği şeyleri terk edendir.”

Hâdis-i şeriflerini de ravîlerden öğreniyoruz.

Abdullah bin Ömer’in (ra) bir rivayeti de; kendi anayurtlarından uzaklarda, dünyanın çeşitli ülkelerinde mekân tutan ve oraların şartları elverdiği ölçüde İslam’ı yaşamaya çalışan Müslümanları yakından ilgilendiriyor. Rivayet şöyledir:

“Resûlullah (asm) şöyle buyurdular: ‘İslâm garip başladı, başladığı gibi garip olacaktır. O gariplere ne mutlu!’ Soruldu ki: ‘Yâ Resûlallah, o garipler kimlerdir?’ Şöyle cevap verdiler: ‘Kabilelerinden, yurtlarından ayrılanlardır.’”

Müjde yüklü bir hadis-i şerif de şöyledir: “Her kim diniyle bir yerden bir yere hicret ederse, gittiği yer bir karış yer de olsa, Cennet’te İbrahim ve Muhammed (asm) onun arkadaşı olur.”
***
Avrupa’da yaşayan Müslümanlara gelince; Avrupa’nın asıl yerlisi olmayan herkes, Avrupalı nazarında “göçmen”dir. Yani “muhacir”!

Bu muhacirlerin hemen tamamı, farklı sebeplerin tahrikiyle; hayat şartları, geçim meselesi, meslekî kariyer, eğitim, evlilik, akrabalık bağları, aile birleşimi vesaire derken kendilerini burada bulmuşlardır. Çoğunun düşünmeye ve niyet etmeye vakitleri bile olmamıştır. Niyet ise önemlidir. Zira “ameller niyetlere göredir”.

Şimdi aslolan buradaki yaşayıştır. İslâma uygun bir hayat modelini benimseyenler, iman ve İslâm’ın gereklerini ifade ve yaşayışlarıyla ortaya koyanlar, ister istemez kendilerini İ’lay-ı Kelimetullah vazifesi içinde bulmuş oluyorlar. Buraya geliş niyetleri ne olursa olsun, cemaat şuuru ve birliktelik sırrıyla dinî vecibelerini ifa etmeye ve manevî sorumluluklarını idrak etmeye çalıştıkları ve “tashih-i niyet” ettikleri takdirde, hâdisin müjdesine mazhar olurlar, inşaallah.

Yani “Buraya geliş sebebim ne olursa olsun, Allah’ın rızasına uygun yaşamak ve bu yolda gayret sarfetmek asıl vazifem olmalıdır. Demek ki, beni benden daha iyi bilen Bir’i beni bu yola sevk etmiştir, ben farkında olmadan üzerime hayırlı vazifeler yüklemiştir. Öyleyse buna liyakatımı göstermeliyim.”

İşte bu “tashih-i niyet” dahi bir yöneliştir; gafletten uyanışa, dünyevîlikten uhrevîliğe, maddeden mânaya bir hicrettir.

Hicrî 1434’ün İslâm ve insanlık dünyasına hayırlar getirmesi duâsıyla, selâm ve saygılarımla..

Not: Bu vesileyle, Mehmet Oğuz Reha Umurca imzasıyla Yeni Asya Neşriyatı arasında çıkan “Âlemlere Rahmet Peygamberimizin Hayatı (asm)” adlı iki ciltlik eserin, öncelikle de HİCRET bölümünün okunmasını tavsiye ederiz.

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*