Atatürkçü değilim, n’olmuş

BUGÜN 10 Kasım. Bugün sadece Atatürk’ün ölüm yıl dönümü değil. Aynı zamanda Atatürk’ün ardından tutmamız beklenen kamusal yas sayesinde, onun siyasalın merkezindeki kadir-i mutlaklığının haklılığını ve meşruiyetini asla sorgulamamız gerektiğini bize hatırlatan tarih.

Ünlü siyaset teorisyeni Claude Lefort, Demokrasi Üzerine adlı eserinde iktidar alanının nihai olarak belirlenemeyen bir boşluktan ibaret olmasının demokratik sistemin alâmetifarikası olduğunu anlatır. Ne var ki sıklıkla demokratik olduğunu iddia ettiğimiz ülkemizde iktidar alanı sorgulanması dahi yasak olan ulusal ata/baba figürümüz Atatürk tarafından doldurulmuştur. Bu sebeple ülkemizde ne siyasi partiler ne de kişiler rahatlıkla Atatürkçü olmadıklarını izhar edebilirler. Ederlerse hadleri bildirilir. Açıktan “Atatürkçü değilim” denmese bile, otoriter laikçiliğe ya da üniter devlet yapısına karşı olduğunu belirtmek gibi tabu yıkıcı söylemler de direkt Atatürkçü olmamanın göstergesi olarak ele alınıp yine hadleri bildirilir. Kürtlerin ve dindarların siyasi partilerinin başına sıklıkla geldiği gibi “had bilmez” siyasi partiler kapatılıp cezalar yağdırılır; “had bilmez” bir kişiyse –Atilla Yayla örneğinde olduğu gibi- ifade özgürlüğü kısıtlanır, mecburi sürgün yaşar, hayatı zorlaştırılır. Eğer mevzubahis “had bilmez” bir hayvansa, ne olduğunu Gülsüm İnek’in başına gelenlerden hatırlıyoruz.

Böylesi bir Atatürk fetişizminin siyasal alanda pek çok işlevi var elbet. Bunlardan en önemlisiyse bence şu: Cumhuriyet’in kurulmasından itibaren kötülüğü/ yanlışlığı/ çirkinliği bariz olan öyle işler yapıldı ki, iyiliği/ doğruluğu/ güzelliği sorgulanamaz olan bir isim üzerinden tüm bu zulümlerin hasıraltı edilebileceği sanıldı. Örneğin muhafazakârların ısrarla sadece İsmet İnönü dönemini kötülemesinin sebebi biraz da budur. Yani 1923-1938 arası yapılanları sorgulamamızın yasak oluşu.

Bu 15 yılda tam 14 Kürt isyanının olması, bunların en kanlılarının Dersim Katliamı oluşu, İstiklâl Mahkemeleri’nde pek çoğu suçsuz yüzlerce insanımızın muhalifler başta olmak üzere halka gözdağı vermek amacıyla asılması, savaşta bile Meclis’ini kapattırmamış bir halkın “demokrasiye hazır olmadığı” gerekçesiyle tek parti rejimine mahkûm edilmesi, Şark Islahat Planı’yla Kürt sorununun kangren hale getirilmesi, yine bir 10 Kasım günü Vecdi Gönül’ün “Yaptık da fena mı oldu?” bağlamında savunduğu gayrı Müslim varlığının elbirliğiyle yok edilmesi, devlet dininin İslâm olduğunu Anayasa’dan çıkartıp bütün halka ‘laikçi bir Sünniliğin’(!) empoze edilmesi, vb. Bunca zulmü unutmak, hatırlamamak, olmamış gibi davranmak mümkün mü? Bugün bile hükümetin açılım yapmaya çalıştığı toplumsal meselelere bakarsanız, pek çok sorunumuzun başladığı ya da zirve yaptığı tarihlerin mevzubahis 15 yıl içinde olduğunu görürsünüz.

Evet, bugün 10 Kasım. Atatürk’e “Ebedi Şef” unvanı verilmesinin boşa olmadığını bize hatırlatan tarih.

Hayrünnisa Gül “makbul first lady” olma yolunda

Başından beri eşinin ve dolayısıyla kendisinin halk tarafından onaylanmış makamını desteklediğim Hayrünnisa Hanım, üç senelik Çankaya ikameti sırasında “makbul vatandaş”lığın kodlarını çözmüş görünüyor: 1. Halka cahil muamelesi yapacaksın. 2. Eğitim şart düsturunca “Halkı aydınlatmak görevimiz” diyeceksin. 3. Dinî bilgiler alanında otorite olmasan da ahkâm keseceksin.

Bir first ladynin ilkokul çağındaki kız çocuğuna başörtüsünün farz olup olmadığı tartışması üzerinden açıklama yapması isabetli değil. Zira Çankaya’da Yaşar Nuri’nin sıkı okuyucusu olan bir first lady de oturuyor olabilirdi. Devleti temsil edenlerin din anlayışları çerçevesinde halka akıl öğretmesinden oldukça çekmiş bir ülkeyiz. Kaldı ki fıkhen İslâmi olgunluk anlayışı açısından 10 yaşında bir kız çocuğu için de başörtüsü pekâlâ farz olabilir.

Tüm bunlar bir yana, Hayrünnisa Hanım’ın sözlerindeki esas sorunu, başı açıklığı karar verilmesi gereken bir durum olarak görmeyip başını örtmeyi karar verilmesi gereken bir durum olarak algılaması oluşturuyor. Böylelikle başını açmak zaten olması gereken, genel-geçer, doğal, sağlıklı, meşru bir durumken; başını örtmek olmaması gereken, arızi, gayrı tabii, patolojik ve gayrı meşru bir durum mertebesine düşürülmüş oluyor. Bir ailenin kızını toplum içinde bacaklarını kapamaya ya da plaja gittiklerinde mayo giyip bacaklarını açmaya yönlendirmesi ne kadar olağansa; dinî hassasiyetleri yüksek bir ailenin de kendi mahremiyet algısı çerçevesinde kızını başını örtmeye yönlendirmesi o kadar olağandır.

Çocuk haklarını geliştirelim, çocuğun aile karşısındaki konumunu güçlendirelim ama bunu yaparken başını örtmeyi ille de aile baskısından neşet eden bir durummuş gibi yansıtmaktan vazgeçip devlet baskısını haklılaştırmazsak daha çabuk “aydınlanırız” sanıyorum.

Hilal Kaplan / Taraf, 10.11.2010

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*