Bunlara karşı, ruhların, zihinlerin dezenfekte edilip bu zehirden kurtarılması gerekiyor. Bu dert aslında bütün bir insanlığın derdi. Bu menfîliklerden etkilenenlerin başında ise; aileler, masum çocuk ve gençler geliyor. Aslında bütün insanlık farklı ve yepyeni bir değişim ve devşirilmenin girdabında!
Biz inananlar bir camia olarak kendimize dönüp bakalım: Neleri kaybediyoruz? Nelere öncelikle sahip çıkmamız lâzım? Hayatımızdan giden günlük ve anlık kayıplarımız; gönlümüze sıkıntı veren kalp ve ruhumuzdaki büyük ıztıraplar nelerdir? Bunlardan nasıl kurtulup asıl hedefimize kilitlenebiliriz?
Bu noktaya nasıl geldik? Nasıl buradan çıkabiliriz?
Bütün bunların en güzel cevaplarının olduğu kaynağı biliyoruz! Ama yaptıklarımız ve icraatlarımız doğru mu acaba? Yaşanmayan, tatbik edilmeyen “bilgiler” bizim için kurtarıcı olur mu?
Duruşumuz ve durduğumuz noktanın yerinde ve doğru olduğundan emin miyiz? Değilse, bunları düşünüp bir defa daha ciddî değerlendirip “yeniden başlamak” gerektiğine inanıyor muyuz?
Dâvâ adamı olmanın, prensipli davranmanın, ciddî ve tutarlı olmanın, haysiyetli bir ömür sürmenin, şerefle yaşayıp bahtiyarca emaneti sahibine teslim etmenin, istikamet üzerine bir ömür tüketmenin, doğru İslâm’ı ve İslâmiyet’e yakışır doğruluğu yaşamanın bir bedeli vardır ve olmalıdır.
Bütün bunları yapabilmek, bizzat yaşayıp tatbik edebilmek yürek ister, cesaret ister! Mert ve erkekçe bir “duruş” ister! Sabır ve istikamet, dayanıklılık, fedakârlık ve ciddî bir mesai ve zaman ayırmak ister.
Zalimlere karşı bir “duruş” vardır.
Mazlûmlara karşı bir “duruş” vardır.
Haksızlara karşı bir “duruş” vardır.
Doğru ve samimî olanlara karşı bir “duruş” vardır.
Halka karşı bir duruş vardır.
…Ve “Hakk”a karşı da bir duruş vardır!
Bütün bunları yaşamak için hayatı, o hayatı veren yolunda fedâ edebilecek kadar yürekli, kararlı, özgüvenli ve mert bir duruşa sahip olmak gerekir.
Bugün birçok “büyük ve önemli” şahıs olarak bilinenlerin, sırf dünya menfaati için mukaddeslerini hafife almak veya feda etmek uğruna yaptıkları yanlışlıkları mukayese edebilmek için çok ciddî bir tahlile, öz eleştiriye, analize ihtiyaç vardır.
Bu yapılan yanlışlıklara bakarak toplumun ve bizim onlardan etkilenmemizin vebâli ve sorumluluğunu göz ardı edemeyiz.
Acımasız “materyalizmin”, gaddar “felsefenin”, menfaat üzerine dönen kirlenmiş “siyasetin”, kumandalı “propagandanın”, şaşkın ve ifrata dayanan “şöhretin” saf ve temiz kavramları alt üst ettiği bir ortamda doğruyu bulmak, ne o kadar kolaydır, ne de her babayiğidin harcıdır.
Semâvîlik ve Kur’ânîlikten sapmış, mihverinden çıkmış, yolunu şaşırmış fikirleri ayıklayıp bulabilmek, aslı ve özüyle mukayese edip değerlendirebilmek için “İlâhî mihengi” kaybetmeden, onunla değerlendirme yapabilme meleke ve gücü; mükemmele yakın bir şekilde ancak bir “şahs-ı manevî”de bulunabilir ve onunla devam edebilir. Özlü kaynak böyle diyor.
Onun için benliğimizi ve enaniyetimizi iyi sorgulayıp, “şahs-ı mânevî”de fani olmanın elzemliğine inanmamız lâzım. Burada şahs-ı mânevîye aykırı gitmenin ne demek olduğunu ve nelere mâl olduğunu; küsüp gitmenin, darılmanın ve gıybetin dinde yeri olmadığını; tenkidin ve fazîletfüruşluğun dâvâda hiç kabullenilmediğini; müsbet hareketin değişmez bir şiâr olduğunu kabullenmek gerekiyor.
Bu İlâhî değerler manzumesine sahip olmanın ve devam ettirmenin hiç şaşmaz ve değişmez ölçüsü de, sadece ve sadece “ihlâs”tır.
İşte burada hayatın ve kâinatın o İlâhî akıl almaz sırrı yatıyor: “Samimî ihlâs, hakikî ihlâs, sırr-ı ihlâs, tam ihlâs” ifadelerindeki tesbit edilen derin mesajların şifrelerini ve kotlarını açmak için büyük gayret gerekiyor. Bu konuları çok iyi kavrayıp hazmetmek lâzım. Burada, “kemiyetin”, yani sayının önemi yoktur. Burada şöhretin yeri yoktur. Burada menfaatin esamesi okunmaz. Burada makamlar, mevkiler ön planda değildir ve olamaz. Burada bu geçici, fâni hayatın da bir değeri ve önceliği olamaz.
Dini önemsemeyen, din adına bundan–bilerek veya bilmeyerek—sapanlara, mâneviyâtı göz ardı edenlere, asrın imamının içtihadıyla “Külliyat”ta şu ikaz göze çarpar:
“Ey dînini dünyaya satan ve küfr-ü mutlaka düşen bedbahtlar! Elinizden ne gelirse, yapınız. Dünyanız başınızı yesin ve yiyecek. Yüzer milyon kahraman başlar feda oldukları bir kudsî hakîkate, başımız dahi feda olsun; her ceza ve îdamınıza hazırız.” (Tarihçe-i Hayat, s. 359)
“Zalimler için yaşasın Cehennem!”
Divâne mizaçlı olanlara karşı “duruş” örneği şudur: “Dîvanelerle ciddî konuşmak dahi bir dîvanelik olmasından, sizin gibilerle konuşmayı terk ediyorum. Ne yaparsanız minnet çekmem.” (Tarihçe-i Hayat, s. 367)
Yanlış yerde duran güç ve otoriteye haddini bildirme ve makul çizgiye çekme duruşu: “Titreyiniz! Haddiniz varsa ilişiniz! Benim ölümüm sizin başınızda bomba gibi patlayıp, başınızı dağıtacaktır. Toprağa atılan bir tohumun yüzer sünbüller vermesi gibi, bir Said yerine yüzler Said size o yüksek hakîkati haykıracaktır” (Age) diye haykırıp sûkut etmemektir.
Zalimliğiyle övünme bahtsızlığı ve densizliğine kapılanlara karşı duruş noktası: “Saçlarım adedince başlarım bulunsa, hergün biri kesilse, bu hizmet-i îmâniyeden çekilmem.” ve “Dünyayı başıma ateş yapsanız, hakîkat-i Kur’âniyeye fedâ olan bu başı zındıkaya eğmem.” (Age)
Zâlim bir imparatorluğa karşı, “Tükürün o zâlimlerin hayâsız yüzüne!” diyebilmek farklı bir dünyanın, aşılmaz bir inancın ve vazgeçilmez bir dâvânın gümbürdeyen sesi ve tebligatıdır.
Taşlaşmış, katılaşmış imansız sinelerdeki zalim fikre karşı duruş: “Kâinatta en yüksek hakîkat îmandır, îmandan sonra namazdır. Namaz kılmayan hâindir; hâinin hükmü merduddur.”
Risâle-i Nur’dan maddî ve mânevî haz ve makamlar beklenilmez. Risâle-i Nur’la meşgul olmak farklı ve hakikat mesleğine uygun bir başka makamdır. Çiftçi ve rençber olarak bilinen ve görünüşte hiçbir ilmî ve dünyevî vasıfları olmayan ‘Isparta Kahramanları’nın duruş noktalarının tesbiti ve ilmî kariyerin zirvelerinde olan Merhum Mehmed Feyzi Pamukçu Ağabeye hitap ve ihtar: “Bu şehre bir kutub, bir gavs-ı azam gelse, ‘Seni on günde velâyet derecesine çıkaracağım’ dese; sen, Risâle-i Nur’u bırakıp onun yanına gitsen, Isparta kahramanlarına arkadaş olamazsın!” (Tarihçe-i Hayat, s. 253; Kastamonu Lâhikası, s. 57)
Adaleti, hukuk ve kanunu değil, kendi gücünü ortaya koymaya çalışan, din muhalifi, maneviyât nasipsizi zihniyete karşı takınılan tavır ve şahane bir örnek olan duruş noktası:
“Bütün mekteplerde ve dairelerde ve halkta, o ölmüş dehşetli adamın muhabbeti telkin ediliyor. Bu hal ise, âlem-i İslâm’a ve istikbale pek elîm ve acı bir tesiri olacaktı. Şimdi ihtiyarımızın haricinde, onun mahiyeti ne olduğunu, en başta ve en ziyade alâkadar ve en son ondan vazgeçecek adamların ellerine katî hüccetler gösteren ve ispat eden Risâle-i Nur geçmesi, kemâl-i merak ve dikkatle okunması öyle bir hadisedir ki, bizler gibi binler adam hapse girse, hattâ idam olsalar, din-i İslâm cihetiyle yine ucuzdur. Hiç olmazsa küfr-ü mutlaktan ve irtidattan (dinden dönmekten) en mütemerridleri (inatçıları) bir derece kurtarır, meşkûk (şüpheli) bir küfre çıkarır, mağrurâne ve cür’etkârâne tecavüzlerini tâdil eder (değiştirir).” (Şuâlar, s. 299)
Adaletin tecellî yerleri olan mahkemelerde kendisi için değil, mukaddes dâvâsı için duruş noktası, gerçek adalet ve hakkın hatırını âlî tutmak adına yaptığı emsâlsiz müdafaalar ve takınılan tavır ve sergilenen duruş bu sahadaki en zirve noktalardandır.
Sağlam ve istikametli duruştan asla sapmamak ümit ve temennisiyle…
Normal 0 21 false false false DE X-NONE X-NONE MicrosoftInternetExplorer4
{mosmodule module=imza-eren}
Benzer konuda makaleler:
- İstikamet ve sadakat imtihanımız
- Başı dik tutup gönlü hoş edebilmek
- Amerikalı Dr. Kristin Johnston Largen: Said Nursî imanı hayatın merkezine taşıdı
- 28 Şubat ve AKP
- Nur cemaatindeki daireler
- Meşvereti tanımamak fitnedir
- Dijital dünyada salgın var!
- Dostluğun gereğini yapmak
- “Sabitkadem” olmak ve istikamet çizgisinde kalmak
- İnsan tipleri ve ihlâs
İlk yorum yapan olun