M. Kemal dini siyasete alet etti mi?

TARİHÇİ hüküm kısmı da dâhil işinin her safhasında dengeli olmalıdır. Buna rağmen Mustafa Kemal biyografilerinde bugüne kadar bu dengenin bir türlü tutturulamadığını görüyoruz. Dönemin bilinen hadiselerine atılan dengeli bir nazar, tarihçiyi Cumhuriyet Halk Fırkası Genel Başkanı Mustafa Kemal’in inkılâplar sürecinin özellikle başında dini siyasete alet ettiğini düşündürtecek cinsten sonuçlara götürüyor.

3 Mart 1924 tarihinde hilafet ilga edilince, Şer’iye ve Evkaf Nezareti kapatılınca ve saltanat mensupları yurtdışına atılınca yeni Türk devletinin tebaası son derece hassas hale gelir.
Zira halk, devletin kuruluş tarihini 23 Nisan 1920 (Meclis’in kuruluşu) kabul edersek (Osmanlı dönemini hiç saymasak bile) 47 ay, 1 Kasım 1922 (saltanatın lağvı) kabul edersek 16 ay halifeli yaşamıştır ve belki de hep öyle yaşayacağını sanmıştır. Ayrıca Mustafa Kemal de 8 Haziran 1919 tarihinde Havza’dan Vahiduddin’e gönderdiği telgraftan itibaren tüm kongrelerde ve umuma açık yapılan toplantılarda dualar ve namazlar eşliğinde saltanatın, hanedanın ve hilafetin emri altında kendi deyimiyle bir abd u memluk gibi çalışacağı ve çalışılması gerektiğinin sözünü vermiştir.

Atatürk’ün cuma hutbeleri

Halk da Mustafa Kemal’e inanmıştır. Çünkü o günlerde Mustafa Kemal’in aksi bir beyanı yoktur. Bu yüzden ilgalardan sonra halk şaşkına dönmüş ve yapılanlara karşı sesini yükseltmeye başlamıştır. Bu arada Mustafa Kemal cumhuriyet ve laikliği “zihninden geçiriyordu ve siyaseten açığa vurmuyordu, ileride eline fırsat geçince bunları da yaptı” deniyor. Bu yorum tarihin temel ilkelerinden olan ‘açığa vurmadıkça kimsenin niyeti bilinemez’ düsturu ile açıkça çelişki arzeder ve tarihin tahrifi anlamına gelir.

İşte hilafetin ilgasından sonra muhalefeti yumuşatmak gayesiyle Mustafa Kemal’in dini siyasete alet ettiği şekilde yorumlanabilecek emareler ortaya çıkmaya başlar.
Bariz bir örnek olan Balıkesir’de hutbe vermesini ve Şer’iye ve Evkaf Nezareti kapatıldıktan sonra hazırlanan hutbelerin kendi denetiminden geçmesini bir yana bırakalım (E. Ş. Usta, Atatürk’ün Cuma hutbeleri, İst. 2005).
Örnek olay olarak burada sadece yurt çapında yapmaya başladığı gezilerde karısı Latife Hanım’ı dönemin giysisi olmadığı halde kara çarşaf içinde dolaştırmasına bakalım.

II. Abdulhamid devrinde çarşafın güvenlik gerekçesiyle yasaklandığını ancak Milli Mücadele’den hemen önce İttihat ve Terakki döneminde çarşafa riayetin emredildiğini Osmanlı arşiv belgeleri söylese de Milli Mücadele yıllarında özellikle işgal altına düşen, cihaniliği (cosmopolitism) bugünkünden kat be kat fazla olan büyük şehirlerdeki Müslüman kadınların kara çarşaf yerine renkli feraceler giydiklerini ve başlarını türbanla kapadıklarını Anadolu’nun muhafazakâr nüfusunun yoğun olduğu yerlerde ise çarşafa benzese de çarşaftan ziyade (ehram gibi) yöresel kapanma usullerinin cari bulunduğunu tüm belgeler ve fotoğraflar gösterir, hatıralar haber verir (Örn. Dersaadet’in Fotoğrafçıları 1-2, İstanbul 2004; Cengiz Kahraman, Kansu Şarman, Tolga Çoruh, Gazanfer İbar, Denizler Kitapevi ve Mert Sandalcı arşivleri).

Latife Hanım çarşaflı mıydı?

Buna karşın Milli Mücadele yıllarında topluluk arasına karışan değil ama nutuk atmak gibi sebeplerle topluluk önüne çıkan Halide Edip gibi kadınların sadece bu faaliyetler esnasında dönemin icabı çarşaf giymek zorunda kaldıklarını biliyoruz. Bu bakımdan Türkiye’nin batısındaki şehirlerde bu yıllara ait tek tük çarşaflı kadın fotoğrafına veya fotoğraflarda tek tük çarşaflı kadına rastlamak mümkündür. Pekiyi bu çarşafların hepsinin rengi kara mıdır?
Dönemin fotoğraflarına bakıldığında bunlar genellikle siyah-beyaz olduğundan tüm bu çarşafların rengi kara gözükecektir ve tarihçiyi yorumlarında yanılgıya düşürebilecektir. Ancak Anadolu’yu Mustafa Kemal’in yanında gezen Latife Hanım’ın çarşafı farklı şehirlerden birçok şahidin ifadesine göre kapkara idi.
İzmirli Uşaklıgil ailesinin Sabetaycı olup olmadığı tartışmasını bir yana bıraksak bile ailenin iktisadi-içtimai durumu göz önüne alındığında ve de Sorbonne’da (Paris) hukuk okuyan ardından da Londra’ya lisan eğitimi için giden Latife Hanım’ın günlük dışarı-kıyafet olarak 1910’lu yılların başında modası geçmiş bir kıyafet olan kara çarşafla gezecek bir kadın olmadığını ortadadır.
Bu arada kaydedilmesi gereken bir husus da şudur ki Mustafa Kemal bu seyahatler sırasında çoğunda sadece erkeklerin hazır bulunduğu birçok toplantıya karısı ile birlikte katılır. Bu katılım, okumuş kadınların bulunduğu Türkiye’nin batısındaki büyük şehirler ve Anadolu’daki kadın-erkek arasında kaç-göçün uygulanmadığı yöreler için olağan iken muhafazakâr şehirler için oldukça ilerici bir harekettir.
Latife Hanım’ın kara çarşafının saltanat ve hilafetin ardı ardına ilgasından olumsuz etkilenen muhafazakâr Anadolu insanı için önemi büyüktür. Halk bu gezilerde dine yapılan vurguya inanmıştır. Bunun sonucunda günümüz de dâhil bugüne kadar rejim aleyhine konuşmaz ve hareket etmez olmuştur.

Türk’ün yeni amentüsü

Bu sessizliğin elbette başka sebepleri de vardır. Bunlardan biri 4 Mart 1925 tarihli Takrir-i Sükûn Kanunu iken diğeri İstiklal Mahkemeleri’dir. Bu uygulamalarla yaklaşık 5 bine yakın kişi idam edilmiş ve ‘haddini bilmeyen’ diğer muhaliflere de çeşitli cezalarla hadleri bildirilmiştir. O devirde Kemalciliğin (Kemalist kelimesi Fransızca okunuş olduğu için kullanmayı tercih etmiyorum) geldiği noktayı göstermesi bakımından üç belge hayati önem taşımaktadır. Birincisi Şeref Aykut’un Kamalizm isimli kitabıdır (İstanbul 1936: 3). Burada “Kamalizm [Rasyonel, Sosyolojik, Marksist, Faşist rejim ve ideolojilerinin]… üstünde yalnız yaşamak dinini aşılayan ve bütün prensiplerini ekonomik temeller üzerine kuran bir dindir…” diye tanımlanır. Benzer ibareyi 1945-46’ta yayımlanan Cumhuriyetin ilk sözlüğünün din maddesinde de görürüz “Kemalizm Türk’ün dinidir”. Üçüncü belge ise Safi’nin Türkün Yeni Amentüsü (Ankara 1928, Hâkimiyet-i Milliye Matbaası, 60 sh.) isimli eseridir. Burada aynen şöyle yazar: “Kahramanlığın örneği olan ve vatanın istiklalini yoktan var eden Mustafa Kemal’e, onun cengâver ordusuna, yüce kanunlarına, mücahid analarına ve Türkiye için ahiret günü olmadığına iman ederim. Eyilikle fenalığın insanlardan geldiğine, büyük milletimin medeni cihanda en büyük mevkiyi kazanacağına, hamaset dasitanlarıyla tarihi dolduran kudretli Türk ordusunun birliğine… şehadet ederim…”

Doç. Dr. Teyfur Erdoğdu
Star-Açık Görüş, 16.1.2011

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*