Düsturların Duruşması

Image

Bir hayli zaman oldu ki, zihnim ve fikrim hassas ve hususî bir alanda “ifade-i meram” etmeye yol arıyordu. Zamanı ve yeri geldikçe hem haliyle, hem lisanıyla bunu izhara çalışan şu fakir; kalem ile ve “gazetem” lisanıyla da meydan-ı istifadeye arz etmeye, Rabb-ı Rahiminden izin ve “sühûlet” niyaz ediyordu.

Şimdi bu duamın kabule mazhar olduğuna ve bu “ifade” kolaylığının eriştiğine olan itikadımın sevkiyle, her birisi ballı ve helvalı lokmalarla ancak yutulabilecek, düsturların duruşması muvacehesindeki ifadelerimi kemal-i dikkat ve itina ile arz etmeye çalışayım.

Risâleler süzgecinden geçirilmiş olması ve kabulünüze mazhar olması kaydıyla bu hususî ifade ve beyanların, her güzellik ve lütûf gibi kalıcı kalması dileğimizdir.

Önce şunu arz etmeliyim ki, “düsturların duruşması” derken, risâlelerde var olan ve Hazret-i Üstâd’ın hayatından ve kaleminden bize intikal eden elmas düsturlara ne kadar uyduğumuzun bir murakabesini yapmayı kast ediyoruz. Düsturlar ise, başta ihlâs ve uhuvvet olmak üzere bütün düsturlardır.

Öncelikle meselemize letafet katsın diye, Üstâd’ımızın bir ifade-i meramındaki nezaket ve zarafete bakalım:

“Kardeşlerim affedersiniz, bu intizamsız perişan mektupla sizinle konuşmak istemiyorum. Fakat müteaddit işlerle ve tetkikatla meşgul olduğumuz anda, sür’atli bir surette fikrimizin bir köşesiyle yazdık. Keçeli kâtibin hâli mâlûm. Kafasını başka yerde bırakmıştı, mektup perişan oldu, onun için kusura bakmayınız. (Barla L. 1994, s. 172)

Allah aşkına şimdi şu ifadelerdeki nezaket ve inceliğe bakınız ki, o büyük Üstâd bu hizmette çalışanlara ne güzel “nezaket” dersi veriyor. Biz dahi hizmet platformlarındaki münasebetlerimizde bu nezaket ve zarafete dikkat etmeli değil miyiz? İsterseniz konumuza da buradan devam edelim.

En başta, çok hayatî önem taşıyan bir düstura ne kadar riayet ettiğimize, veya riayet edip edemediğimize bir bakalım:

“Kardeşlerimden ricâ ederim ki: Sıkıntı veya ruh darlığından veya titizlikten veya nefis ve şeytanın desîselerine kapılmaktan veya şuursuzluktan arkadaşlardan sudûr eden fena ve çirkin sözleriyle birbirine küsmesinler ve ‘haysiyetime dokundu’ demesinler. Ben, o fena sözleri kendime alıyorum. Damarınıza dokunmasın. Bin haysiyetim olsa, kardeşlerimin mabeynindeki muhabbete ve samimiyete feda ederim.” (Yirmisekizinci Lem’a, On Altıncı Nükte)

Pekâla biz, bu büyük Üstâd’ın bu büyük ricasını baş göz üstüne kabul ediyor muyuz?

Evvela bilmeliyiz ki, böyle fena ve çirkin sözlerin sudûruna sebebiyet verebilecek “sıkıntı, ruh darlığı, titizlik, nefis ve şeytanın desiselerine kapılmak veya şuursuzluk” gibi menfiliklerden tamamen azade kalamayız. Öyleyse asıl marifet, böyle menfiliklerin olmadığı bir ortam arayışına girmek yerine; bütün menfi şartlara rağmen, fena ve çirkin sözlerden uzak durmak veya kazara “sudûr” etse bile, mezkûr düstura uyarak, küsüp darılmamak, “haysiyetime dokundu” dememektir. Hangimizin haysiyeti, o kahraman ve mücâhidin haysiyetinden—hâşa—daha üstün olabilir? Bakınız o, “bin haysiyetim olsa kardeşlerimin arasındaki muhabbete ve samimiyete feda ederim” diyor. Pekâla biz de gerektiğinde haysiyetimizi bu uğurda feda edebiliyor muyuz?

Bu soruyu da Üstâd soruyor: “Acaba bir gün adâvete değmeyen bir şeye bir sene kin ve adâvetle mukabele etmeyi hangi insaf kabul eder, bozulmamış hangi vicdana sığar?”

“Bununla beraber etrafında toplandığımız hizmet-i Kur’âniye, eneyi kabul etmiyor, ‘nahnü’ istiyor; ‘Ben demeyiniz, biz deyiniz’ diyor. Elbette kanaatiniz gelmiş ki, bu fakir kardeşiniz ene ile meydana çıkmamış, sizi enesine hâdim yapmıyor, belki enesiz bir hâdim-i Kur’ânî olarak kendini size göstermiş.”

Evet, büyük Said’imiz böyle de, acaba biz küçük Said’ler ne durumdayız? Enesiz bir hâdim-i Kur’ânî olma yolunda ne kadar mesafe almışız?

Hulûsî Ağabey, “Hizmet Nasıl Olmalı” başlıklı notlarında der ki: “Uhuvvet ruhu gelişmeyen bir Nur Talebesinde yalnız mâlûmat gelişse, o zaman onunla tahakküm yapar, sanki gardiyan olur. Hem marifet sırrı da gelişmiyor, açılmıyor. Risâleyi okuyor, mâlûmatı artıyor, fakat marifeti, istikameti ve ihlâsı artmıyor. Çünkü uhuvvet, şahs-ı manevîmizin ruh-u manevîsi hükmündedir, dâvânın kayyumu mânâsındadır.”

Hem Uhuvvet Risâlesi’nin başındaki âyet-i kerimede, öfkelerini yutanları ve insanların kusurlarını affedenleri Rabbimiz övüyor.

Cenâb-ı Hak bizleri bu övgüye lâyık olan kullarından eylesin. Amin

 

Benzer konuda makaleler:

2 Yorum

  1. Sevgili Hocam,makalenizi büyük bir zevkle okudum ve şahsım adına çok istifade ettim.Allah ebeden razı olsun inşallah.Fakat bu kardeşiniz acizane bir serzenişte bulunmak ister.Tüm kardeşlerimin hoşgörüsüne sığınarak belirtmeliyim ki;kardeşler arasındaki uhuvvet ve muhabbete bin haysiyetini feda eden bir Üstad’ın talebeleri olarak bizler acaba bırakın bin haysiyetimizi bir haysiyetimizi bile feda edebiliyor muyuz?Feda edebilen bahtiyarlardan olmamız duasıyla tüm diyarı gurbetteki nur hadimlerine selam ve muhabbetler…

  2. kanaatimce,uhuvvet ruhu gelismeyen bir Nur talebesi olamaz.cünkü uhuvvet ruhu gelismis olan ancak talebe olabilir.aksi takdirde dost olur,kardes olur,hoca olur,seyh olur.kardesler arasinda fikir alisverisi,Risaleinurdan anladigi manalari paylasmak gardiyanlik olmaz zannediyorum.daire icerisinde hakiki manada ittifak yoksa bile ihtilaf da yok.ki ittifak da var.arada bir tartismak gayet normaldir.önemli olan ,tartismalardan sonra birbirinin kusuruna bakmamaktir.sahabeler arasinda gecen hadiseleri hatirlayalim.olacak o kadar.Nurlari okusun da,nasil olursa olsun.

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*