Ne günlerden, ne günlere geldik?

Bundan birkaç yıl önce, Şerif Mardin ortaya bir kavram attı. Ne maksatla, neyi kastetti daha belli bile değilken, bazıları hemen balıklama bu lâfın üzerine atlayıp, dindar insanları rencide edici şekilde kullanmaya kalktılar. Aslında yaptıkları Yahudi taktiğinden başka bir şey değildi. Zavallı milletime hem tokat atıyor, hem de avazı çıktığı kadar bağırıyorlardı; “Ne vuruyorsun beee!” diye.

Bu tabirin gündemimizi meşgul ettiği günlerde, kendi kendime biraz düşündüm: Benim çocukluğum da, Ankara’nın eski evlerinden meydana gelen bir mahallede geçmişti. Mahallemizde; Ankara’nın yerli halkından insanlar olduğu gibi, Anadolu’nun çeşitli vilayetlerinden gelen insanlar da vardı. O yıllarda mahalledeki kadınların hemen hemen hepsi başörtülüydü. Âdet ve an’aneden gelen bir sâikle de olsa… Mahallemize yeni bir komşu taşınmıştı, adı da Ayşe teyzeydi. Ama kadın başörtü örtmüyordu, başı açıktı. Mahallenin kadınlarının başörtülü olmasından dolayı ve mahallede birkaç tane daha “Ayşe teyze” olduğundan, karıştırmamak için ona birisi “Başı açık Ayşe” demiş ve bu da tutmuştu. Ama ona karşı herhangi bir kötülük yapılmıyor ve söylenmiyordu. Sadece tarif için kullanılıyordu. Meselâ, bize dahi annemiz “Yavrum, başı açık Ayşe’nin evinin oraya git” falan diye bir iş söylüyor, biz de gidiyorduk. Şimdilerde bu “mahalle baskısı” ortaya atılınca aklıma o günler, eski mahallemiz ve “başı açık Ayşe teyze” geldi. Eğer mahalle baskısı, o malûm zihniyetin düşündüğü gibi olsaydı, her halde o başı açık Ayşe teyzeyi mahalle kadınları ya döver veya “Başını ört, seni aramızda böyle görmek istemiyoruz” derlerdi. Ama, ne öyle yapan ve ne de öyle söyleyen olmadı. Herkes birbiriyle kardeş gibi geçiniyordu.

Ama o mahalleden şimdi kaç tane kaldı ki? Eski samimî havaların teessüs ettiği, eski evlerden meydana gelen mahallelerden, şimdi kaldı mı ki şehirlerimizde? Onlar öyle mahallelerdi ki; herkes birbiriyle samimî, dertdaş, can-ciğer, komşuluk münasebetleri yüksek, iyi insanların mekânlarıydı. Tabiî bunda; milletimizin, dinimizin aziz prensiplerine uygun hareket etmesinin payı vardı.

Şimdi öyle mi ya? O güzelim mahallelerin yerini alan soğuk apartman hayatı ve komşuluğu hiç o tadı veriyor mu? Eskiden çoğunluğun müstakil evi vardı, birbirine ancak bahçe duvarlarından komşu idi, fakat samimiyet çok yüksekti. Sahabelerin; “Resûlullah (asm) komşu hakkından o kadar bahsetti ki, zannettik komşuyu komşuya mirasçı bırakacak” dediği o ulvî haller görünüyordu. Ya şimdi? Aynı çatı altında, şeş cihetten muhat, neredeyse evinin altı tarafından, cephesinden (dört duvar, tavan ve zemin) apartman komşusuyla ortak olan insanlar, aynı kapıdan girip çıktığı halde, birbirini tanımıyorlar bile. Hatta adama selâm veriyorsun da, sanki küfür ediyormuşsun gibi yüzüne bön bön bakıyor.

Geçenlerde bir tanıdığın yakını vefat etmişti. Cenaze evine yemek yapıp götürdü bizim hanım. Merak için sordum apartman komşularını. Bırakın cenaze evine yemek yapıp götürmeyi, doğru-dürüst taziyeye gelen bile olmamış, yirmi beş-otuz daireli apartmanda.

Bunlar aklıma nereden mi geldi? Bu aziz milletimizin bütün değerlerine her defasında saldıran zihniyetin yaptıkları neticesinde, namus mefhumunun zedelenmesi, ne yazık ki hain ihtilâllerin neticesinde milletin sindirilmesi, üstüne üstlük özel TV’lerin yayına geçmesi ile ve daha da kangreni internetin menfî kullanılması neticesindeki sâri hastalık gibi bulaşan mikropların tesiriyle milletin en hassas değerleri ayaklar altına alınmıştı.

Şöyle sokaklara, caddelere bir bakın neler göreceksiniz? Bir insanın kendi hanımıyla dahi dışarıda el ele tutuşup gezmesinin “ayıp” telâkki edildiği bir yerde, bırakın el ele tutuşup gezmeyi, her türlü herzenin, rezilliğin, insanların gözleri önünde alenen işlenmesinden rahatsızlık duymayanımız var mı? Neredeyse ilkokul çağına kadar inmiş bu pespaye durumları gördükçe içimiz kan ağlıyor, ”Eyvah!” diyoruz. Maalesef, üzülerek ve dehşet alarak söylüyoruz ki, okullarımız ilim yuvası olmaktan ziyade, adeta, ehl-i namusun kızlarının namuslarının ibahe edildiği yerler hâline gelmiş. Uygunsuz ve yüz kızartıcı hallerin yaşandığı bu müstekreh manzaralar hiç iç açıcı değil. Gördüğümüz zaman iğreniyoruz. Elimizden bir şey gelmediği zaman da kahroluyoruz. Gördüğümüz zaman ise, neredeyse ‘vazifemizin en zayıfını’ kullanıyor, buğzedip geçip gidiyoruz. Elimizle de düzeltemiyoruz, dilimizle de… Hele bir teşebbüs edin bakalım, ne oluyor? Öyle bir hale gelmişiz ki, bazı benzer hadiselerde olduğu gibi, itleri salmış, taşları bağlamışlar. Bir tepki gösterdiğiniz zaman, siz suçlu oluyorsunuz. Hele bir de malûm basının eline de geçerse, yandı gülüm keten helva. “Canım çocuklar masum masum şey yapıyorlar, ne varmış bunda? Yobazlar, vs.”  ile ittiham edilip siz suçlu duruma düşürülüyorsunuz.

Bu işlerin yeni başladığı günlerden birinde, Ankara’dan Bursa’ya seyahat için Ankara Terminalinde otobüsün kalkış saatini beklerken, bir kız ile erkek geldi. Milletin gözü önünde (şu nezih gazetemizde yazamayacağım şekilde) kerih haller sergilediler, bir-iki derken, herkes içinden “Hasbünallah” çekiyor, kötü bir bakış fırlatıyor… Ama “bir utanmaz yüz, bir kızarmaz yüz”  sahibinden ne beklersin ki? Sanki tükürsen yağmur yağıyor zannedip, yalanıyor. Nihayet yolculardan biri dayanamıyor ve “Ayıp bu yaptığınız diyor” ya, tamam. At kaçtı, torba düştü. Utanmaz, bütün yüzsüzlüğü ile üstüne doğru hücum ediyor. Araya girmekler vs. ile iş biraz düzeltiliyor. Fakat adam burnundan soluyor. “Ne günlere kaldık, bunlarda mı başımıza gelecekti?” diye. Hareket saati gelip, otobüse binildiğinde bir kadın ”Kardeşim Allah razı olsun, ne güzel dedin?” deyince “Teyze hanım, keşke bu desteğinizi aşağıdayken gösterseydiniz de, o yüzsüz de, milletin çoğundan tepki geldiğini görseydi, belki daha iyi olurdu netice” deyip, ona Timur’la Nasreddin Hoca’nın fil besleme hadisesini anlatıyor.

Yine o günlerde yaşadığımız bir hadise daha var ki, o daha bir acaib. Bursa Polis Okulu ile talebe yurdu yan yanaydı. Bir münasebetle polis okulu müdürüyle sohbet ediyorduk. Lâf lâfı açıp, bu konulara gelince dedi ki: “Yahu odamın camından dışarı bakıyordum. Yurdun bahçesindeki bankın üzerinde bir oğlanla kız haşne-fişne yapıyor. Resmî elbiseliyim de, camı açıp bağırdım kendilerine gelmesi için. Oğlan elinin tersiyle işaret edip, ’Sana ne?’ demez mi?”

Bu haller ahlâkın muhafaza ve takviyesini de netice veren iman hizmetine duyulan ihtiyacın hiçbir zaman bitmeyeceğini, tam tersine artarak devam edeceğini gösteren örnekler.

Başka bir çaresi de yok.

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*