Nurculuk

Nurculuğun hakiki mahiyetini bilmeyenlerin, bilmek istemeyenlerin veya işlerine gelmediği için kasten düşman olanların, çokça Nurculuk tarifleri olmuştur.

İşte böylesi yanlış, yanlı ve sahte tarifler bitmeye ve bitirilmeye mahkûmdurlar. Böylelerinin kendi kafa fenerlerine göre yaptıkları sahte ‘Nurculuk’ tarifleri de kendileriyle beraber gömülüp gitmişlerdir.

Bu alanda ilk akla gelen Çetin Özek ve Neda Armaner gibi isimlerdir ki, bugün onların yazdıklarının yüzüne bakabilecek ve referans alabilecek kimse kalmamıştır.

Bu zamanda, Risale-i Nur’dan aldıkları ilham, ders, cehd ve gayretle doğru İslâmiyeti ve İslâmiyete lâyık doğruluğu yaşama azminde olanların önünü kesmek adına türlü planlar kuranların planları akim kaldığı gibi, iman ve Kur’ân nurlarının daha da parlamasına yol açılmıştır.

Bir kere ‘Nurculuk’ adı verilen bu Kur’ânî ve İslâmî hareket, şahıs ve grup endeksli değil ki, şahısların çürütülmesiyle veya grubun dağıtılmasıyla veya faaliyetlerinin durdurulmasıyla bitirilmiş olsun.

Allah’ın Esma-ül Hüsnasına, Kelâmı olan Kur’ân’a ve Resulullah’a (asm) doğrudan dayanan ve Sahabe mesleğini bu ahirzamanda icra ve ifa etmenin adı olan böyle İlâhî ve Nebevî bir hareketi bitirmek beşerin haddine ve ağzına mı düşmüş?

“Bu meselede, benim şahsımın veya bazı kardeşlerimin kusuruyla Risale-i Nur’a hücum edilmez. O, doğrudan doğruya Kur’ân’a bağlanmış; ve Kur’ân dahi Arş-ı Azam ile bağlıdır. Kimin haddi var, elini oraya uzatsın, o kuvvetli ipleri çözsün.”¹

Zaten Nur hareketi zuhur etmeden önce fen ve felsefeden gelen materyalist-maddeci, Allah’ı inkâr fikirleri alabildiğine azgınlaşmış ve yaygınlaşmıştır.

Hele hele İslâm dünyasının lideri durumundaki bir ülkede, milletin bin yıllık mazisini yok sayacak eylem ve girişimlerin zuhurundan sonra, dinin ihyasına ve imanın kurtarılmasına olan ihtiyaç, ‘ıztırar’ derecesine gelince, İlâhî bir ihsan ve lütuf olarak Kur’ân Nurları ve iman hakikatları imdada yetişmiştir.

Böylece, cereyan-ı münafıkane olan ‘süfyaniyet’e karşı ve bir deccaliyet cereyanı olan ‘inkâr-ı ulûhiyet’e karşı Kur’ân ve Sünnete dayanan bir iman cereyanı zuhur etmiştir.

Başlaması, devam etmesi ve kemale ermesi elbette kolay olmamıştır. Devletin ve hükümetlerin dikkatlerini üstüne çeken bu hareket; hücuma maruz bırakılmış, irdelenmiş, sorgulanmış, tazyikat ve baskıların cenderesinde sıkıştırılmak istenmiştir. Mahkemeler, sürgünler, hapisler ve her türlü tehditler bu iman cereyanının müntesiplerini yıldırmamış, bilâkis iman ve mukavemetlerini güçlendirmiştir.

nurculuk

Cenab-ı Hak, sadece kendi rızasını gözeten bu iman ve Kur’ân fedailerini kendi hallerine bırakmamış, her zorluk içinde onlara kolaylıklar ihsan etmiştir.

Diyanet İşleri Başkanlığı 1963 tarihinde, hem de ihtilâl ürünü bir hükümet eliyle Nurculuk hareketinin resmen bitirilmesine çalışıldığı bir dönemde şu karara imza atmış ve ilân etmiştir:

Nurculuk; bir tarikat veya bir mezheb değil

“Nurculuk; bir tarikat veya bir mezheb olmayıp, Said Nursî adındaki zâtın, son zamanlarda yayılma istidadı gösteren dinsizlik cereyanına karşı, Kur’ân-ı Kerîm âyetlerini ele alarak, Risale-i Nur namıyla yazdığı eserlere izafe edilen bir cereyandır. Adı geçen eserler, imanı fikirlerle birleştirmeye çalışmaktadır.”

Nur Külliyatı’nda da çok sayıda maksat ve hedef tarifleri vardır. İşte onlardan sadece biri:

“Biz bir cemaatiz. Hedefimiz ve programımız, evvelâ kendimizi, sonra milletimizi idam-ı ebedîden ve daimî, berzahî haps-i münferitten kurtarmak ve vatandaşlarımızı anarşilikten ve serserilikten muhafaza etmek ve iki hayatımızı imhâya vesile olan zındıkaya karşı Risale-i Nur’un çelik gibi hakikatleriyle kendimizi muhafazadır.”²

Bediüzzaman’ın bir talebesi olan merhum Zübeyr Gündüzalp’in tarifinden kısa bir bölümle yazımızı noktalayalım:

“Nurculuk; zulmetten Nur’a, dalâletten hidayete, esaretten hürriyete, isyandan itaate, hiyanetten hamiyyete, rezaletten fazilete, mezelletten izzete, meskenetten harekete, nifaktan vifaka, ihtilâftan ittifaka, riyadan ihlâsa, adavetten muhabbete, husûmetten uhuvvete, tedenniden terakkiye, ademden vücuda, firaktan visale ve en nihayet derin, kesif ve kör gafletten ilâhî intibaha ulaşma ve kavuşma cehdidir.”

Dipnotlar:

1- Tarihçe-i Hayat, s. 351.
2- a.g.e., s. 572.

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*