Sosyal ve siyasi deprem

Yalanın, yanlışın yaygınlaştığı bir zaman diliminde yaşıyoruz. Hak ve hakikat namına seviyeli ve müsbet hizmetler de ancak kendi mecrasında yol alabiliyor.

Farklı kulvarlardaki muhtaç olanlara ulaşılmakta zorlanılıyor, çoğu zaman da kasten yollar kesiliyor. Zaman zaman hakka hizmetin kendi mecrasında yol alınmasına bile tahammül edilemeyip, parmak atılarak karıştırılmak isteniyor.

Uzmanların beyanına göre Türkiye nüfusunun % 60’a yakını faal olan ve zarar verebilen deprem alanları üzerinde yerleşiktir. Elbette ki bu alanların böyle olması, insan eliyle değil. İnsanlar bundan sorumlu da değil.

Yerküresini sapan taşı gibi güneşin etrafında döndüren ve üstündekileri savurmadan durduran İlâhî kudret ve irade, yer kabuğunun altını da dilediği gibi tanzim, tahlil ve tadil edebilir. İlâhî ikaza medar olsun diye bir madene “ateş” emrini verip sarsıntılar husûle getirdiği gibi, o maden ordularını “eli tetikte” imtihan sonuna kadar öyle bekletebilir de..

Ama ülkeyi baştan başa kuşatan ve ülke insanına korkulu ve acılı anlar yaşatan, ülke ve millet bütünlüğünü tehdit eden, kardeşlik ruhuna darbeler indiren tefrika ve siyasî tarafgirliğin en üst seviyeden ülke üstüne boca edilmesinin meydana getirdiği sarsıntılar, kırılgan ve kaygan fay hatları ise tamamen kendi kendimize oluşturduğumuz ve başımıza sardığımız musîbetler, dertler ve felâketlerdir. Hem husûle gelmesinden ve hem de devamından millet-devlet ve hükümet olarak sorumluyuz.

Bir gidişat ki, gittikçe sarpa saran işlerin nereye varacağı meçhul. Her alanda el atılan her işin, sonuca ulaşıp ulaşmayacağını kestirmek âdeta imkânsız hale gelmiş.

Merhum Yunus Emre’nin dediği gibi:

“Küpü küp üstüne koysalar..

Gökyüzüne rabt etseler..

Altından birini çekseler..

Seyreyle sen gümbürtüyü..”

Ekonomide böyle, siyasette böyle, eğitimde böyle, içtimaî münasebetlerde böyle…

Bir taraftan da yol tanımazlık, usûlsüzlük, rehbersizlik, başıboşluk, kendini beğenmişlik, nefisperestlik ve ahlâksızlık şirazesinden çıkmış şekliyle her alanda sınırları zorlamaya devam ediyor. Yayıldıkça yayılıyor.

Çoğu yalancılık olan siyaset ile siyasetin âleti olan medya da müsbetten ziyade menfiye çanak tutuyor.

Gidişat böyle olunca, en yüksek perdeden bağırarak konuşmak, neredeyse marifetten ve hasletten sayılır olmuş. Hatta liderliğin vazgeçilmez bir özelliği olarak algılanır hale gelmiş. Parti kongrelerinde adaylar; haklılığı ve rakibine üstün gelmeyi, en yüksek perdeden bağırmakta ararlar.

Günümüzde, seslerin alabildiğine yüksekten savrulduğu alanlar olarak; siyaset meydanlarını, kavga ve münakaşa ortamlarını görüyoruz. Parlamentoları, meclis komisyon toplantılarını da bu cümleden olarak zikredebilirsiniz.

Halbûki, her taraftan konuşmacıya uzatılan mikrofonlar ve her tarafa yerleştirilen hoparlörler, sesin ulaşabildiği yere kadar ulaşmasını zaten sağlıyor. Ayrıca, kanı beynine fışkırtırcasına çehreyi kızartmanın ve boğazını yırtarcasına bağırmanın hiçbir mânası ve hikmeti olmasa gerek.

BAĞIR BAĞIR!..

Şimdi biraz da lâtife babından yaşanmış bir hatırayı naklederek, insanın bazen de bağırmaya nasıl zorlandığına bakalım:

Bu hadise, 1967 senesinde Bediüzzaman adına düzenlenen Van Mevlidi sonrasındaki tutuklanmalar ve sorgulanmalar esnasında yaşanmış. Nüfustaki adı “Bağır” olan, hac farizasını da yerine getirdiği için “Hacı Bağır” olarak tanınan aşiret büyüğü ve dini bütün bir zat da aynı meseleden dolayı sorgulanmış. Hâkim Bey, kendisine adını sormuş, o da “Bağır“ efendim, demiş. Hâkim de bağırarak bir daha sormuş. O yine, “Bağır“ efendim “Bağır, Bağır“ demiş. Hâkim de avazı çıktığı kadar bağırmış. Velhasıl meselenin aslı, yani o zatın adının Bağır olduğu anlaşılıncaya kadar karşılıklı bağrışmalar devam etmiş.

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*