Son zamanlarda, mert ve müdahanesiz bazı kalemlerin haklı endişelerini izliyorum. Ses tonları zamanla yükselip, yer yer feryada dönüşüyor. İnsanlığın yaklaşmakta olan felâket karşısındaki ürpertilerini seslendiren bu kalemleri tebrik etmemek mümkün değil. Sol liberalden Papa’ya uzanan yelpazede yer alan tüm insaniyetperverlerin endişelerindeki izdüşüm, “Müslüman aydının” sesini arattırdı bana.
Mukayese bilinen ve yaşananlarla olur. Bizim neslimizin mukayeseleri yetmişli yılların renk, koku, desen, üslûp ve seslerini ihtiva eder. Belki de hissin, toplumu “dolu-dizgin” peşi-sıra sürüklediği dönemlerdi. Günümüzün radikalizmi, o günkü ifratın eteklerine bile yetişemezdi. Risâle-i Nur eksenli hareketin o zamanlarda en çok müşteki olduğu hal, “Müslüman aydın” bilinenlerin aşırılıklarıydı. Vur demeye gör. Herşeyi darmadağın edecek kadar ölçüsüzdü duygular ve hareketler… Ama dejenerasyonu yaşadığımızı zannettiğimiz o zamanları, belki de günümüzün zühd ü takvası kabulleneceğiz bugün
Bu girizgâhı isterseniz nostalji telâkkî ediniz. Maksadımın maziye tahassür olmadığını bilirsiniz. Bir milleti zehirli hançeriyle arkadan vuran 12 Eylül hareketinin bu kokuşma sürecindeki payı elbette büyüktür. Fakat faillerinin çoğu “asıl mahkemeye” sevk edildiklerinden kimi kime şikâyet edeceksiniz ki… 28 Şubat da hakeza… Bu milletin ve helâkete akan toplumun intikamını mahkeme-i kübra bizden daha iyi alır düşüncesindeyiz. Şikâyetimiz maziye hiç değil. Şer kuvvetleri vazifelerini yapacaklardı ve yapıyorlar… Bizim yokluğunu hissettiğimiz “Müslüman aydının” sesi değil miydi?
12 Eylül’ün en tehlikeli yönü sinsiliğiydi. Yalnızca figüranları ve dekoru yerliydi. İslâmı sulandırma ve kamuoyu tepkisi çekmeden şeairi tahrip ana hedefiydi. “Bir elde tesbih, diğer elde viski” belki de o dönemin en net resmiydi. Üniversite bahçesinde iffetsizce “sarmaş dolaş” kız-erkek resimleri de o dönemin eseriydi. Sonra Uzanların yerli TV hikâyeleriyle bombalanmaya başlanan yerli kültür. Tahribin nerelere ulaştığını hepimiz görüyoruz… Küçük küçük yılanlar ejderhalara dönüştü… Ve yer yer dinozorcuklar türedi. Bin yıllık İslâmî geleneğe, aktüel Kur’ân ve Sünnet pratiğine düşman bu ejderha ve dinozorcuklarla mücadele etmek için fakir halkımız da mütevazi hazırlıklarda bulunmamış değildi. Dişinden, tırnağından tasarrufla gazeteler, matbaalar kurmuştu. Zekât, fitre ve himmetlerle TV şirketleri tesis etmişti. Berrak duygular, halis niyetler ve sabırla hayırlı neticeleri beklerken, maalesef zındıkanın bu müesseseleri de susturmaya yöneldiğini göremedi. “Format değişimi” adı altında dinozor firmaların ürünlerini reklâm ederken, teşhir ettikleri “kadın tenleri”yle “İnsanlık iddiaları” arasındaki tenakuzu belki de görmek istemeyen Müslüman aydınlar vardı! Müslümanların hassas oldukları faiz, alkol ve kumar gibi meselelerdeki aşınmaya bir yenisi reklâmlarla eklenmişti. müstehcenlik…
İslâmî medyayı temsil iddiasındaki aydın yazar, çizerler veya düşünürler birşeylerle korkutulmuş olacaklar ki, bu denli bozulmaya rağmen köşelerinde veya ekranlarda sessiz kalmayı yeğliyorlar. Korkunun kaynağını tesbit biraz zor. Menfaat musluklarının kapanmasından mı, meçhuliyete gömülmekten mi… Belki de “derin güçlerin dünyayı ilelebed idare edecekleri zannından hareketle, dinozorların şerrinden korkuyorlardır. Halbuki İslâmın izzeti Müslümana zillet içinde yaşama fetvası vermiyor. Hem korkunun ecele faydası olmadığına göre, ne zamana kadar bu aç canavarlara kendilerini sevdirecekler ki… Dini, insaniyeti, iffeti ve hukuku rüşvet vererek payidar olmuş fert veya devlet var mı ki… İnanıyoruz ki ülkenin yüksek katlarında oturanlar, milletin evlâdının fuhuş vadisine nasıl sürüklendiğini bizden daha iyi görüyorlardır.
Dünün ifratı bugün tefrite nasıl dönüştü? Mangalda kül bırakmayan babayiğitler “emr-i bilmaruf ve nehy-i anilmünkeri” tebliğden nasıl uzaklaştırıldılar? Evin baş köşesinde “mürşid” makamına yerleştirilmiş ekranın etrafında ailesiyle toplaşan Müslüman aile reislerini bu hale getiren sır neyin nesiydi? Zekât, sadaka ve himmet paralarıyla oluşturulan medyada ve inşa edilen tesislerde cemaat temsilcilerini haram-helâli seslendirmekten men eden duyguların mahiyeti neydi? Dahilden harice, hariçten dahile gidip gelen vehmî bir korkutma zincirinden bahsedenlerin sayısı da az değil bugünlerde. Dinî cemaatlerden hükümete ve diğer sivil toplum birimlerine kulaktan kulağa dolaşan korkunun ucu bazan New York’a kadar uzanabiliyor. Halbuki hür ve medeni Batı dünyası bu korkutmalara beş para vermediğini 11 Eylül ile gösterdi ve Irak savaşıyla da tavrını netleştirdi. Fakat bizde hâlâ 28 Şubat’ın tezgâhları harıl harıl işliyor. Milletin maddî mânevî varlıkları dinozorcuklara peşkeş çekiliyor.
İşin hüzünlü yönü, insanlığın neslini mahrum etmeyi hedef alan müstehcenliğe karşı, Türkiye’nin Avrupa kadar da reaksiyon göstermemesidir. Güney Avrupalı köylüler kıyafetlerini beğenmedikleri turistleri kapı dışarı ederken, okul öğretmenleri de nahoş kıyafetle sınıfa gelen öğrencileri kapı dışarı ediyorlar. Fakat bizde “açık göbek” modası her yerde lanse edilirken, ne dinî cemaat temsilcilerinin, ne dindar öğretmen ve valilerin gıkı bile çıkmıyor. Yani sesimiz Hans ve İngrid kadar dahi çıkmıyor. Papa’nın bu musibet karşısındaki çığlığı yanında “Müslüman aydının” sesinden hâlâ eser yok. Bin yıllık İslam ülkesi mütemadiyen ahlâksızlıkla tanışmış Avrupa kadar bu “kokuşma ve çürümeye” tahammül edemez diye korkuyoruz. Eski zamanlarda “deniz” olan Ege sahillerinin ve bilhassa Marmara’nın titremesi endişelerimize hak vermiyor mu?
Susmak… Kabul görmek için susmak … Menfaati için susmak… Rahatı için susmak…
Benzer konuda makaleler:
- Darbe hukukuyla milletin dâvâsı görülmez…
- 28 Şubat 2010
- Nisan’ı beklemeyen Şubat gülleri
- Susarak konuşmak
- Susmak… Peki nereye kadar?
- 27 yıl sonra 28 Şubat
- Çalışınız, meşrûtiyeti takviye ediniz
- Bilgi korkuyu eğitir
- En dehşetli vahşetlere fetva veren medeniyet!
- Flört ve koku
Almanya İslam Konseyi Din Şurası Sözcüsü / Eğitimci – Yazar
İlk yorum yapan olun