Yeni ve Yenilikçilik üzerine

Yeni veya Yenilikçilik” duygusunun yalnızca insanlarla sınırlı olmadğını, durağanlık olmayan kâinatta ve eşyada “yenilikçilik” üzerine konuşmanın abes olacağını elbette biliyoruz. Güneş sistemini bağrında gezdiren Samanyolu ve Samanyoluna benzeyen binler başka yıldızlar cemaatinin devamlı hareketlerinden, üzerinde yaşadığımız küre-i arza kadar…

Doğan–batan güneşten bahar ve yazları kovalayan güz ve kışlara kadar… Yeniliğe her an mazhar olmayan bir şey gösterilebilir miyiz? Zamanın hükmü altına giren en küçük bir birimde dahi anlayamayacağımız değişiklik ve yenilikleri; vücûdumuzda–tenimizi dokuyan zerrelerden, ihtiyarımızı dinlemeyen halet-i ruhiyetimize, hayâlimize ve duygularımıza kadar, hiç bir şeyin durağan olmadığını ve an–be an teceddüde mazhar olduklarını bize isbat ediyorlar.

İnsana musallat olan birçok menavî arıza ve hastalıklardan birisi de ülfettir. Ülfetin sarıp–sarmaladığı insan, çevresini ve diğer insanları monoton addeder. İnsanın mahiyetini keşfedenler ise; bunu “gafletle” izah etmişler. Her demi ümit ile korku arasında koşuşturmakla geçen insana yalnızca yeis hücûm etmez. Yeisten önce o­na ümitsizliğin yollarını açacak gaflet veya ülfet arız olur. Bu arızaya müptela insanda; teyakkuz, dikkat ve tefekkür ayakta olmadıklarından, genellikle “Yenilik” elbisesine bürünmüş şerri veya tahribatı, sorgulamadan dünyasına alır. Bazen de ülfet veya gaflete ufuksuzluk sebep olur. Önünü görememe veya geleceğe ümitle bakamama hali, fertte teceddüde karşı bir intizar = bekleme hali uyandırır. Bu hastalıklar fertte olduğu gibi toplumları ve hatta ülkeleri de tehdit eder ve bazen de arız olurlar. İnsanların istidat ve kabileyetlerine had konulduğu zamanlarda da ülfet tereddî şeklinde kendisini gösterir. Kişiyi istibdat altına alan şartlarla milletleri istibdada mahkum eden şartlar elbette farklıdır. Her istibdat, genellikle başıbozuk bir yeniliğe kapı açmıştır. Tarihte başta Fransız ihtilâli olmak üzere, gerek Avrupa´da ve gerekse İslam dünyasında ortaya çıkan zararlı inkilap ve değişimlerin hemen hepsi, belli bir istibdat veya ülfetten kaçışın neticesi olarak ortaya çıkmıştır. Askerî müdahaleler, harpler, sosyal kaoslar ve ihtilalleri de genellikle “tahripçi yenilikler” taakib eder. İstikbâlini, ümitlerini ve bazen de servetini kaybetmiş insanların geleceğe, dolu–dizgin koşuşturmaları elbette akıl ve muhakeme ile olmayacaktır. Bediüzzaman Hz.leri, M. Kemal´in başında bulunduğu ekibin Anadolu´daki tahribatlarını kolaylaştıran sebeplerden birisi olarak “…ve harb-i umumî inkilabından gelen şiddet-i ihtiyacın sevkiyle işledikleri terakkiyâtı…” kelimeleriyle izah eder. Türkiyemizdeki tüm müdahaleleri mütaakiben ülkenin genellikle bir “yenilikçilik” cereyanına maruz kaldığını görüyoruz. Fıtrî olmayan bu metazorî cereyanlarla iğfal edilen millete, enjekte edilen birçok şeyin sahte ve zararlı olduğunu, müdahalenin cemiyette sebep olduğu uyuşukluk, kargaşa ve kaos bittikten sonra anlaşılmıştır. Fıkralara mevzu maskaralıklara dönüşmüş birçok “Yeniliği” millet sonradan çöplüklere atmış, bazen gülmüş ve bazen de kaybolan zamanların ardı–sıra tahassürle ağlamıştır.

Galip kuvvetin başlattığı cereyanın, genellikle toplumun muhakemesini sloganlarla devredışı bıraktığına çok şahit olmuşuzdur. Büyük bir dalga, faydasız bir fırtına ve bazen de karşı konulmaz heyelanlara dönüşen yenilik hastalıklarına karşı; kişiler ancak “olmazsa olmaz” sûretinde kabullendiği prensiplere bağlı kalarak karşı koyabilirler. Toplumda, doğru addetiği yerde tekbaşına da kalma pahasına olsa, sebat eden insanların yalnızlığı çok sürmez. Yanlışa sürüklenenlerin çığlıkları, öncü gidenlerin verdikleri haberler ve bazen de “inkilapçıların” ümitsizlikleri topluma, yanlıştan dönüşü hızlandırabilir. Hakk davaların temelinde mutlaka yalnızlık olacaktır. Hakka davette icabet kolay olsaydı, birçok peygamber bir avuç mü´min ile Rabblerine dönmezlerdi.

Hakk´da sebat bazen yeni bir inkilab olarak da görülebilinir. Fakat esasında, yalnızca bir terakkî ve teceddütür. Fıtratın kendi fıtrî istikàmetindeki bu teceddüdü yukarda izaha çalıştığımız “Yenilikçilikle” kesinlikle karıştırmamamız gerekiyor. Birisi fıtratı terennüm ederken, diğeri fıtratı tahribe yönelik bir hareket olarak gelişir. Tıpkı bozulmuş İsevî Âlemini ıslaha koşan Asıl Mesih (a.s.) ile, Mesihi´ddeccal gibi… Doğrusu ikisi de bir değişimin peşindedirler… Ama ikincisinin işi yalnızca Tahrip… Zira o­nda fıtrata aykırı bir gidişat vardır. Hürriyet, demokrasi ve barış gibi insanî değerlerin arkasına saklanarak nice milyonların katledildiği bir dünyada bu ince çizgiyi bilemeyenler, hep katil ile maktulu karıştıra geldiler.

Yenilikçi geçinenlerin, şerlerine mani olmak isteyenleri “gericilik” veya “eskicilik”le suçlamaları, tarihin en çok tekerrür eden karesi olmalı. Hatta bu iftira, sloganlaşarak ders kitaplarına girecek kadar ileri gitmiştir. Modern sosyologların tarif ettiği “irtica” veya “mürteci”nin pratiğini cemiyette aradığınızda; bulamadığınız bu hareketin ne kadar yanlışça toplumda yankı bulduğuna şahit olursunuz. Doğrusu inkilâpçıların, bölücülerin ve tahirpçilerin elindeki “Yenilik” sloganı, ihtilâlcilerin ellerinde bir bahanedir. Kötü arzu–emellerini haksız yere tatmin için bir bahanedir. Bir ülkeyi, toplumu veya cemaati bölmek isteyen ihtilâlcilerin eski–yeni kavgasına tarih o kadar çok şahit olmuştur ki…

Dinsiz batı felsefesinin ilmi kullanarak hristiyanlığa ve değerlerini mütemadiyen “eski” veya “geri” olarak topluma adeta dikte etmeleri, bizde de tesirini göstermiş, İslâmiyetten habersiz mekteplilerimiz papağan gibi aynı sloganları islam toplumunda da tekrarlamaya çalışmışlar. Osmanlı devletinde yaklaşık ikiyüz sene süren bu zillet sürecinin Risale-i Nurlarla birlikte zeval sürecine dönüştüğünü hepimiz biliyoruz. Hatta denilebilir ki; Risale-i Nur, dinsiz batı felsefecilerinin üfürükleriyle hareket eden lâkayd aydınımızın ezberini bozmuştur. İlimde, çalışkanlıkta, medenîlikte ve sosyal hayata intibakta Nur Talebelerinin açtığı çığır, Kuzeyden batıya kaymış Şimal Cereyanının gözlerini açmış ve yeni–yeni dinsizlik metodları üretmek üzere uzun süre laboratuvarlarından dışarıya çıkmamışlardır.

1980´lerin sonunda, bilhassa 90´ların başında batı felsefesinden doğma dinsizlik cereyanının daha münâfıkâne metodlar kullandığına şahit oluyoruz. İslamiyetin Anadolu´da verdiği meydan savaşı ve kazanılan Zaferi hristiyanlık dünyası da dış dairede aynen kullanmıştır. İsevîliğin yeniden canlanmasını, dinî ve insanî değerlerin batı toplumunda yükselişe geçişi “dinsiz cereyanı” münafıklığa sevketmiş. Kilise ile çatışma yerine iyi geçinme ve dindar partilerin bünyelerine sızma hareketi garb cemiyetinde maalesef 1950´lerden sonraya rastlar. Avrupa´da ve Amerika´da muhafazakâr–konzervatif sivil toplum ve siyasî hareketlerin içini boşaltmaya başlayan “dinsiz cereyan mensuplarından” ilk zamanlar pek az kişi haberdar olabildi. Neticeleri ortaya çıktıktan sonra şikayetler arttı. Köln Katolik başkardinali Meisner, hristiyan partilerini isimlerindeki “Hristiyan” kelimesini atmaya çağıracaktı. Fransız Sağının başına meşhur yahudi asıllı ve hristiyan değerlerle alay eden islam düşmanı Sarkozy gelecekti. Çok dindar protestan Bush, 11 Eylül´le birlikte kendisini dünyayı dinsizleştirme ve ahlaksızlaştırma projesinin başında bulacaktı. Bush´un etrafını çepe–çevre saran ve kendilerine “Yeni Muhafazakâr = Konzervatifler” ismini takan ekibin ekserisinin meşhur kominist Troçkici olduğunu alman medyasının satır aralarından okuyacaktık. Yani bunlar küfüreden nifağa girmişlerdi. Daha dehşetli metotlarla dünyaya saldırıyorlardı.

Bu ekibin Türkiye´deki temsilcisi Selaniklilerin emrindeki Ak Parti´nin de “Yenilik” hareketiyle ortaya çıktığını elbette unutmuyorsunuz. Zavallı Erbakan´a “Eskicilik” düşerken genç dindar politikacılarımız hakikaten bizim için bir “Neo-con” ekibini oluşturmuşlardı… Yukarda da izah ettiğimiz üzere, ahalî ancak meyvelerini tattıktan sonra sahte yenilik ağacını anlayabiliyor.

Ortadoğu ve bilhassa Irak işgalinin mimarı meşhur Wolfwitz´in şu sözünü unutmamak gerekiyor: “Her İslam Ülkesinin bir M. Kemal´e ihtiyacı var!” Yani M.Kemal´in İslam ülkesi olan Türkiye´deki başarısına, yani şeair-i İslamiyeyi tahribindeki başarısına inanan yahudî asıllı ve muhafazakârlıkla ilgi–alakası olmayan Wolfowitz, tüm islam ülkelerindeki islamî hayatı, islama dayalı geleneği ve dinin şeairini yoketmeyi adeta gaye edinmiş.

Yeni M. Kemal`lerin rolünü de yine labaratuvarlarında hazırlandıklarını Büyük Ortadoğu Projesine havale etmişler. Belki de M.Kemal´in 1925–35 yılları arasındaki icraatları çekirdek ittihaz edilerek BOP çerçevesinde, ahmak islam kökenli siyasetçi ve diplomatlara islam coğrafyasına etap–etap tatbik ettirilecek. Bu tatbikat yine “Yenilik” adı altında uygulanırken, karşı gelenler de “Eskici” veya “Mürteci” addedilecekler. İşin en garip tarafı da toplumda muhafazakâr ve dindar olarak bilinen siyasetçilere bu tatbikâtın yaptırılması değil mi? Necmettin Erbakan´ın meşhur Akıncı ekibinin Wolfowitz, Soros ve Perle adına BOP´a sahip çıkmaları da tarihin gariplere verdiği en garip ders olsa gerek. Soros´un Türk kadınının iffetini kaldırmaya yönelik zındıka adına gönderdiği rüşvetleri, milletin meclis kürsüsünde itiraf eden bakanların kulakları çınlasın…

Çoğu kez fecr-i kâzipler gibi bakışları ufka kilitlenmiş bekleyiş içindeki insanları uçurumdan uçuruma sürükleyen “sanal yenilikçilerin” metodları genellikle birbirlerini çağrıştırır. Trocki, Rusya´da Bolşevik ihtilâlini tatbîk ederken, karşı gelenleri gelenekçi ve çar yanlısı olarak biçmişti. Batı felsefecilierinin, birinci Avrupa´nın ilim ve teknolojisini istidrac usûlüyle metotlarında kullanmaları, o­nları tetkîksiz halk tabakalarına hep “yeni” ve “ileri” gösterdi. Bu gün bile elektronik haberleşme ve cihazların kullanımını kendilerine mal etmeye çalışan sözde yenilikçilerin teknolojiyle birlikte insan aklını ilahlaştırmaları hiç de gözden kaçmıyor. İstikbâli anlayan her kişinin son teknolojiyi kullanması şart mıdır? Merhum Özal Fatih Köprüsünden kullandığı lüks son model otomobille geçerken, Demirel´in araba sürememesi bir nakise olarak gösterilmişti. Sonra da genç Özal yaşlı Demirel´in siyasî dehası karşısında küçülüp–kalmıştı. Müteveffa oryantalist Anna Maria Schimmel ile son ziyaretimde daktilo makinasının tuşlarının musikîsini konuşmuştuk. En son teknolojiyi kullanan şarkiyatçıların Anna´nın eteklerine kavuşamadıklarını iyi bilirsiniz. Selanik kökenli Fransız politikacı Sarkozy de gençliğiyle ve etrafına topladığı sözde genç iş adamlarıyla “Yenilik! Yenilik!” derken, eski ve klasik sayılan Şirak´ın manevraları karşısında bazan tipiye yakalanıyor, bazan de kendisini türk hamamında buluyor. Yenilikçi AK Partinin kardan devasa cüssesi böyle erimeye devam eder durursa, bir gün kendisini yine ihtiyar Erbakan´ın ayakları dibinde bulabilir. Yenilikçi iddiasındakiler kendi kazançları olamayan şeylerle –meselâ gençlik, teknoloji ve atılganlık gibi– övündükleri gün, tedennînin pençesine düşmüşlerdir, demektir. Gençlik Allah´tan geldiği gibi, teknoloji de Allah´ın insanlığa topluca ihsanından başka bir şey olmasa gerek. Zira yenilikçi geçinenler ilmî labaratuvarlardan gelen ağırbaşlı, oturaklı ve mütevâzî insanlara hiç benzemiyorlar. Kaldı ki kendilerini belli bir yaşa kadar –meselâ kırk ve altında olanları– “Yenilikçi” diğerlerini “Eski”, genelekçi ve klasik kabuletmek yalnızca bir nifak hareketidir. Nesilleri birbirine düşman edip hürmet ve merhameti ortadan kaldırma hareketidir ki, bu özelliği itibarıyle “Şimal cereyanının” etkilerini tedaî ettiriyor.

Trocki Rusyasında bolşevizme ayak uyduramayanların sabun fabrikalarına gönderilip–gönderilmediğini tam bilemiyoruz. Şurası da bir vakaa ki; bahsettiğimiz tüm yenilikçilerin arzularında, kendilerine mani olanları veya o­nlara göre süreci tıkayanları sabun fabrikasına gönderme meyli hep canlı kalmış ve kalmaya devam edecektir. Tek başına bu duygu, sizde yenilikçilerin, esasda tahribatçı olduklarını elevermelidir, kanaatindeyiz. Bizim kültürümüzde insanlar yaşlandıkça; tecrübeleriyle, şefkatiyle, faziletleriyle ve gençlerin yardımına ihtiyaç hissetmeleriyle kıymet kazanır, baş üzerinde tutulurlar…

Yukardan beri “Yenilikçilik” postuna bürünmüş tahripçi ve bidatçıların mahiyetini anlatmaya çalışırken, birileri bizi de klasizm saflarında göstermeye çabalayabilir. Deccaliyetin Hz. İsa´nın dininin temellerini değiştirmeye yönelik bir hareket olduğuna inananlar, Şeriat-ı Ahmediye (a.s.m)´ın da hangi bidatçı ve tahribatçılarla yokedilmeye çalışıldığını da bilirler. Yakın zamana kadar yalnızca Türkiye´ye münhasır kalmış münâfıkâne bid´a hareketini, BOP´la İslam coğrafyasına da teşmil etmek isteyenlerin, projelerinde İslâm kökenli siyasetçi, bürokrat ve diplomatları kullanmaya kalkışmalarına inşallah müslümanların basireti müsaade etmeyecektir. Sivil–Toplum terânesiyle bazı dinî cemaatlerin çekirdeğine sızmaya gayret eden deccaliyet ve süfyaniyet hareketlerini müminlerin kalplerindeki nur tanıyacak ve mahiyetlerinin ortaya çıkmasıyla geri çekilemeye mecbur kalacaklardır. Rabbimizden şu üçayların, Ramazan-ı Şerifin ve Leyle-i Kadir´in hürmetine hâlâ Kerbelâ´da akan masumların kanları hürmetine, zındıkanın sefahet ve istibdatla diyarlarımızı kavurduğu şu zamanlarda her gece gözyaşlarıyla yüreklerinin bir tarafını eritenlerin hürmetine inşallah “HENDEĞİN” son günlerinden yolumuz haybere çıkacaktır.

Dua… Dua… Dua…

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*