Demirel’in konuşan Türkiye’sinden, AKP’nin suskun Türkiye’sine

ÖZÜR: Bu yazının belli bir dönem gençliğinin ruh haliyle özellikle ilgili ve de sübjektif olduğunu, siz kıymetli okuyucumuza öncelikli olarak arz ediyoruz.

Bizim gençliğimiz; BÖÖYYÖK TÜRKİYE’NİN yüksek platolarında kıratı koştururken, demokrasi düşmanlarınca 12 Eylül cinayetiyle düşürüldüğümüz labirentlerin kapkara dehlizlerinden kurtuluş çabalamasında mırıldanmaya başladığımız “KONUŞAN TÜRKİYE”nin ufacık pencerelerinden hürriyetin ışıkçıklarına tutunduğumuz 1987’nin ışıltılı sonbaharları arasında geçmişti. Bizden önceki “suskun devirlerin” konuşan kahramanları “konuşmanın” faziletini her ne kadar anlatmışlar ise de, biz anlayamamıştık. Ne zaman ki “Thatcher, Reagan, Kohl ve Özal” dörtlüsü ile Karl Popper’in şakirtleri dünya siyasetinin dizginlerini ellerine adılar, yerküremiz gündüz ortasında “yeni bir karanlığa” sürüklenivermişti. Demokrasi adına gizli Marksistlerin Latin Amerika’daki ihtilâllerini o günlerde çok duyuyorduk. Fakat farklı bir üslûp ile Türkiye’nin de “zifiri karanlığa” gömüleceğini bilemiyorduk. Neoliberaller, dayandıkları banka ve fonlardaki sermayelerle Türk milletine öyle oyuncaklar almışlardı ki… Milletin ekseriyeti hem ihtilâli, hem Neoliberal kumandalı ANAP’ı ve hem de ondan sonrakilerini avuçları acıyana kadar alkışlamışlardı.

Demokrasi tiyatrosunu paşalarla oynayamayacaklarını bildiklerinden, Ulusu’nun yanına Özal’ı önce başkan yardımcısı yaptılar ve daha sonra altı aylık bir Amerika rehabilitesiyle başbakanlığa atadılar. Hem de özel olarak yetiştirilmiş Türkiye kökenli “GENÇ KADROYU DA” yardımcı vererek… Ve daha sonra tıpkı bu günümüzde olduğu gibi yüz altmış kişi ile başlayan Neoliberallerin ”DANIŞMA MECLİSİ”ni, Özal’ın ekibine teslim ettiler. Özal’ın geliş şartları arasında, 12 Eylülcülerin hazırladıkları bir madde vardı. Dünkü siyasetçileri, siyasetini ve siyasî üslûbunu hatırlatacak her türlü tedaiyeye on senelik bir yasak getirilmişti. Yani, takıyyeci Özal, abi dediği Süleyman Bey ve arkadaşlarıyla karşı karşıya gelmeyeceklerdi. Bu işi askerler halledecekti. On seneden sonrasına ise, Allah kerim…

Bu dönemdeki medyaya ve neşriyata bu yönüyle bakanlar ”KURŞUN SUSKUNLUĞU”nun ne olduğunu iyi bilirler. Demokrasi dönemi siyasetçilerine hapis ve sürgün yetmemişti, susturulmaya devam edilecekti. Medyanın her bütününde, isimleri dâhil her türlü tedaisi yasaklanacaktı. Bu kurşuni sükûtun mahiyetini ruhlarında yaşayan o günün yazar ve gazetecilerine müracaat edilse… Zavallı Nazlı Ilıcak Hanım ve Yavuz Donat Bey… Birisi Süleyman Bey’e “ANTRENÖR” diyecekti, diğeri “BİR BİLEN” ile yetinecekti. Açık Toplumcu ve Yeni Liberal Marksist kökenli siyasî felsefe ile Türkiye’yi boğanlar, 1987’nin sonbaharına kadar demokrasi tişörtlerinin üzerine “NO!… NO!…NO!…”lar yazdırarak gizli diktatörlüğün devamı için çalışacaklardı. Özal ve bütün demokrasi karşıtı ekibinin meydanlarda “serbest seçimler” aleyhine çalışmış olmaları, demokrasi tarihimizin acıklı sayfalarına kara bir leke olarak geçecekti. İşte bu çok garip, karanlıklı ve küresel sermayenin kuvvetiyle demokrasimizin döşüne çökenlere karşı merhum Demirel; “KONUŞAN TÜRKİYE” diyordu.

Epey zaman geçti, fakat 12 Eylül gördüğünüz üzere hâlâ devam ediyor. 28 Şubat’ın müstakil bir hareket olmadığını, 12 Eylül yasalarının tatbiki olduğunu da anlatamadık. Zalim Avrupa kâfirleriyle dessas Asya münafıkları milletin sermayesini önce bankalara topladılar ve oradan da “hırsızları” aracılığıyla alıp, götürdüler. Sonra, 28 Şubat’ta “YEŞİL SERMAYE” ile tu kaka ettikleri kadroları, “YENİLİKÇİLER” olarak sahneye çıkardı Neoliberal-neocon ittifakı. Bu hikâyeyi de o günlerin “dindar aydınlarına” sorarsanız, Amerika’dan gelen Neoliberal-Neocon kadrolarla bizim “YENİLİKÇİLER” arasındaki pazarlıkların, anlaşmaların ve protokollerin detaylarını da size verebilirler. Yeşil Sermaye tiyatrosuyla ellerindeki paracıkları alınmışlara, projelerini desteklemeleri şartıyla daha büyük sermayeler ve imkânlar sunulacaktı. Geleneksel Siyasal İslâm saf dışı bırakılırken “YENİLİKÇİLER” sahneye çıkarılacaklardı. Şartlarını ise, REFAH Partisi kapatılıp “AK SAÇLILARA” siyasî yasak getirildiğinde sezmiştik… Bu hikâyeyi o günlerin sıkıntılı zamanlarında takip etmiş bir kardeşiniz olarak, daha heyecanlı ve geniş bilgiler için sizlere o günün gazete arşivimizi tavsiye ederiz.

Açık Toplumcuların veya Neoliberallerin veya Globalcilerin “Marksizm-Komünizm” kelimelerini zinhar kullanmadıklarını biliyor muydunuz? Bu demokrasi münafıkları, mahiyetlerinin deşifresinden korkuyorlar. Komünizmin yeni ismi otoriter kapitalizm… Siz de biliyorsunuz ki felsefe kitaplarında bu iki kelimenin de tanımları yoktur, zira müşahhas değildirler. Fakat hem Troçkistlerin Lâtin Amerika’ya müdahalelerini, hem Türkiye’de olup-biteni ve hem de Marksist Komünist Çin idaresinin durumunu örtmeye yetecek niteliktedirler. 12 Eylül ihtilâlini “Komünizm geliyor!” sloganıyla yapanlar, üç sene sonra “…artık komünizm öldü” hikâyesini uydurmuşlardı.

Türkiye susmaya devam etti. Siyasal İslâmcılar daha da ileri gittiler. Adalet, hürriyet ve demokrasi isteyenleri inançlarına göre susturdular: “Vatan haini”, “dinsiz CHP”, “PKK’lı” ve nihayet buldukları “F..Ö” etiketleriyle muhalifleri konuşamaz hale getirdiler. Türkiye’de sermayeyi takip merkezi vardı. İdaresi bir kişide görünse de, programı Neoliberaller takip ediyordu. Belki de “SUSTURMANIN” en yeni, modern ve etkili biçimini onların enstitüleri hazırlamışlardı.

Yalnız bu noktada bir hakikatin üzerini tekrar açalım. Bütün suçu-günahı Özal’a, Erbakan’a Demirel’e AKP’ye ve başkalarına yüklemenin de cehaletten kaynaklanan bir adaletsizlik, bir zulüm ve bir demokrasi düşmanlığı olduğuna inanıyoruz. Dünya çapındaki “BÜYÜK DEMOKRASİ DÜŞMANLIĞI VE DÜNYA HEGEMONYASI” projesinin mahiyetini, felsefesinin üstatlarını, büyük sermayedarlarını, yan projelerini, çok iyi eğitilmiş Avcı Köpeklerini, mevcut millî devletlere tatbik usûllerini, kullandıkları sivil-toplum ve enstitülerini bilmeden Türkiye’nin başına geçmiş üç-beş adamı yanlışça tenkidin bize demokrasi yolunda fazla bir şey kazandırmayacağını söylemek zorundayız. Resmin bütününü önümüze almadığımız takdirde, Neoliberallerin siyasî tetikçileriyle AB’de saldıkları korku ve rüşvete bağlı bazı susturmaları, AKP delil olarak gösterecektir. Çin’den her ne kadar kredi alıyor isek de, onlardan daha fazla “ifade hürriyetine” sahip olduğumuzu seslendireceklerdir. Daha dün komünizmden kurtulmuş Rusya ile mukayeselere gidecekler ve bize bir sürü kötü emsal göstererek, istibdatlarında ısrar edeceklerdir.

En iyisi yine biz, fıtratın gereği olan “konuşma hürriyetimizi” esas alalım. Hem de demokrasinin paradigmalarına uygun bir biçimde. Marksist ve insanî değerler karşıtı “Neoliberallerin” ANAP gibi AKP’yi de zehirlediğini ve bu vakıanın genellikle ölümle neticelendiğini çevremize anlatalım. Demokrasinin olmadığı bir vatan toprağında, milletlerin devletlerini devam ettiremeyeceklerini ilmî misallerle bir bir anlatalım. Yirmiden fazla Avrupa ülkesinin nüfusları İstanbul’umuzdan az oldukları halde, büyük ordulara sahip olmadıkları halde ve uzun tarih ve geleneklere sahip olamadıkları halde “BEKA KORKUSU YAŞAMADAN” devam edip durmalarının biricik sebebi, elbette konuşmaktır, hürriyettir ve demokrasidir. İslâmköy’lü başbakanımız olsaydı, yine “KONUŞAN TÜRKİYE”yi bize tavsiye edecekti. Rabbim taksiratını aff ve kabrini pürnur eylesin.

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*