Rabbimiz Kur’an için; “Onu biz indirdik ve yine onu biz muhafaza edeceğiz,” diyor. Zaman, bu “muhafaza” usûlunün, biçim ve tarzının ilahî pratiğini bize hâdiselerle gösteriyor.
Kur’ân’ın muarızsız kaldığı dönem var mıydı? Nüzûlünun ilk yıllarında açıktan ve kâfirâne başlayan muaraza, onun cihana hakimiyetini ilânından sonra gizliden ve münâfıkâne bir hâle dönüşüyor. Doğuda nuruyla yoğurduğu toplum ve devletlerin, batıda Mağrip ve Endülüs medeniyetlerin tamamen galip olduğu dönemlerde sözkonusu muaraza “batıl mezhebler” sûretiyle devam etmiş, tâ Endülüs mekteplerinde Kur’ân’ın yalnız dünyevî cihetinden istifâde eden batılıların cehalet ve vahşetten kısmen kurtulmalarına kadar… Müslümanlar, taassup ve cehâletin zulme dönüşmesiyle İber Yarımadasından ayrılmak zorunda kalınca Kur’ân’ın buradaki sekiz yüz senelik maddî mirası Avrupalılara kalmış. Garp, bu defa da Kur’ân’la az-buçuk işlemeye başlayan muhakemesiyle açıktan Kur’ân’a girişmiş. Bu itirazlar Kur’ân’ın bazı âyetlerine—güya—akıl çerçevesinde cereyan etmiş.
Bin yıllarında Kurtuba’da Müslümanların açtığı yüksek lisân mektebinde Kur’an dilini öğrenen Avrupalı talebeler teslim olmadıklarından bir taraftan istifade, diğer taraftan itiraza çalışmışlar… Doğuda ise bu hal başka tarzlarda devam etmiş. Batıl mezhebler, eski Yunan felsefesiyle kafalarını karıştırmış bir kısım insanlardan yararlanarak yer yer Kur’ân’ın hüküm ve âyetlerine olan şüpheyi genişletmeye çalışmışlar. İşte o günden tâ asrımıza kadar (Gazâli dönemi hariç) bu gizli ve açık muarazaları bitirecek, neticeyi açıkca Kur’ân lehine çevirecek bir eser veya fikir hareketi pek görünmüyor. Kafa fenerlerine Kur’ân güneşinden aldıkları küçük küçük ışıkcıklarla bir kıtayı aydınlatabileceklerine inan Avrupalılar, geniş caddeleri terk edip felsefenin beyabanlarına sapınca, karanlığa bürünmüş dağlarda ve vahşete sarılmış sahralarda yollarını kaybettiler. Kur’ân caddesine mukabil açmak istedikleri yollar, patikalara girince de bildiğimiz mezhep çatışmaları ve iç harblerle Avrupalı; zulüm, çile ve gözyaşıyla tâ Fransız ihtilâline geldi dayandı. Hıristiyanlığı tahrif ve Kur’ân’la da muarız olarak bu noktaya gelmiş Avrupa´nın yavaş yavaş Allah inancını da belli seviyelerde kaybettiğini müşahede ediyoruz. Bütün semavî dinlere düşman ve cemiyet hayatını “Allah’ı inkâr” üzerine kurmak isteyenlerin söz sahibi olduğu bir dönemde Ağrı Dağının o meşhur infilâkine sahne oluyor. Dağlar büyüklüğündeki parçalarını dünyanın her tarafına fırlatan bu müthiş patlamadan Avrupa pek kısa bir zaman içinde haberdar olacaktır.
İsterseniz Bediüzzaman’ın rüyası, isterseniz Kur’ân’ın, küsûf ve hüsûfa tutulmuş Asya’nın bağrından Ağrı üzerinden yeni doğuşu olarak değerlendirelim, bu Kur’anî tarrakayı. Bu Rabbimizin vaadiydi. Kur’ân’ı muhafaza edecekti… Kudüs ve Şam tarafındaki Yahudiler Kur’ân’ın ilk doğuşunu dehşet içinde seyretmişlerdi. Ve her köşe bucakta yeni doğan bebeği aramışlardı. İşte buna benzer bir refleksin şu son doğuşla birlikte garp cemiyetini dinsizleştirmek isteyen haris ve hasis komitalarca gözlendiği söylenir. Bediüzzaman Hazretleri doğudan batıya gelince, Seyyid Saadeddin Paşa kendilerine uyarıda bulunur: Dinsiz bir komite senin bir eserini görmüş. Vücûdunu ortadan kaldırmak istiyorlar…
Kur’ân’ı muhafaza eden kuvvet, Kur’ân hadimlerini de muhafaza edecekti. Yirmi bir defa zehirleme, yirmisekiz senelik zindan ve sürgün hayatı ve onlarca darağacı-idam sehpaları yalnızca Kur’ân’ın nurunun doğu ve batıyı tutmasına yardımcı olacaktı.
Benzer konuda makaleler:
- Kur´an´ın Eşsiz Belağatı
- Külliyattaki Kur’ân tarifleri
- Risale-i Nur, nasıl bir tefsirdir?
- Mehdi, mezhebleri birleştirecek mi?
- Peygamber efendimizin iletişim tekniği
- Risale-i Nur yasağı Rusya’ya yakışmıyor
- Müflis Proje: KEMALİZM