“Uyku bes! Siz de uyanınız!”

Üstad Said Nursî, yirminci asrın başlarında şarktaki muhataplarına hürriyet ve demokrasi dersi verirken şöyle diyordu:

“Evet, meşrûtiyet hâkimiyet-i millettir; siz dahi hâkim oldunuz. Umum akvâmın sebeb-i saadetidir; siz de saadete gideceksiniz. Bütün eşvâk ve hissiyât-ı âliyeyi uyandırır. Uyku bes! Siz de uyanınız. İnsanı hayvanlıktan kurtarır; siz de tam insan olunuz. İslâmiyetin bahtını, Asya’nın tâliini açacaktır. Size müjde. Bizim devleti ömr-ü ebedîye mazhar eder.”1

**

Demokrasi adına işlenen yanlışlardan, hatalardan kurtulmak; ancak o yanlış uygulamaların demokratik ortamlarda tartışılarak, demokrasinin doğru bir zemine oturtulmasıyla mümkündür. Yoksa gücü eline geçirenin, demokrasi var diye gücünü keyfince kullanmasını nasıl durdurabiliriz?

Zira adam “hürriyet” diyerek, “demokrasi” diyerek, yetmemiş gibi bir de “din” diyerek meydana çıkar, kuvvetler ayrılığındaki hiyerarşiye hâkim olduktan ve medyayı da ele geçirdikten sonra, artık yalnız ve yalnız kendi konumunu ilânihâye koruma derdine düşerdi.

Ve öyle de oldu.

Devlet diyerek, beka diyerek iktidarlarını tahkim ettiler. Bir sistem kurarken; onlarca sistemi bozarak, yıkarak yollarına devam ettiler.

Kendilerine oy verenleri öyle hipnoz ettiler ki, akıl almaz bir bağlılık içinde onların kendi akıllarını adeta kullandırmaz hale getirdiler.

Milletin yüzüne baka baka ‘illet’ dediler, ‘zillet’ dediler. Hatta ‘hain’ dediler. Kendilerine oy verenler de, aynı milletin içinde olmalarına rağmen bu ifadeleri onlar da onayladılar. Millet adına milleti unuttular!..

Unutulmuş milletin halini yakından takip eden bazı partiler de, kurdukları siyasî ve seçime endeksli ittifakın adını Millet İttifakı koydular.

Ne âla ne güzel!

Ancak adını koymakla iş bitmiyor.

Bunun adını, asıl söz sahibi millet koyacaktır.

Her şeyde olduğu gibi demokrasi bahsinde de asıl olan özdür, mânâdır, isim değil, müsemmadır. Hele hele Bediüzzaman’ın ve bize emaneti olan Nur Külliyatının rehberliğinde yol alanlar demokrasiye de böyle bakarlar.

Farklı bakanlara ise sormak lâzım:

Acaba farkında olmadan “siyasal İslâmcı” söylemlerin moduna girerek, “hâkimiyet-i millet” tabirine mi itiraz ediyorlar?

Ve bu itirazlarına da, bazı âyet-i kerimelerin sadece meallerine bakarak, kendilerince delil mi getirmek istiyorlar?

O takdirde, “sultan, hâkim, padişah ve hükümdar” gibi ünvanlara da itiraz edilmeliydi.

Yani bir şahsa, bir zümreye, bir hanedanlığa “hakimiyet” yüklemeye evet, ama millete yüklemeye hayır! Öyle mi?

Hem faraza yeryüzündeki bütün sultanlar, hakimler, krallar ve hükümdarlar, Allah’ın emirlerini unutsalar, keyiflerince yönetseler, acaba Allah’ın saltanatına -hâşâ- zerre kadar halel gelir mi?

Nerede şimdi Firavunlar, Nemrudlar, Şeddadlar, Deccaller ve dünyada keyiflerince saltanat sürenler? Kadîr-i Zülcelâl Hazretleri kudret-i ezeliyesiyle onları perçemlerinden tutarak lâyık oldukları yerlere atmamış mıdır?

Hazret-i Üstad, “hâkimiyet-i millet” tabirini birçok defa kullanmıştır. Meşrutiyetin (demokrasinin) “hâkimiyet-i millet” demek olduğunu her vesileyle ifade etmiştir.

Onun için biz diyoruz ki, asıl mesele milletin kendi içindeki uyanışıdır.

Uyku bes demeleridir.

Ve şunu haykırabilmeleridir:

Yeter, söz milletindir!..

Dipnot:

1-Münazarat, 24

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*