Hüsran…

Genellikle hüsranlar akıbetten haber verirler. Hüsran bir neticedir. Hüsrana uğrayanlar, bu uzun ve sevimsiz yolu umut ve zafer ile yürümüş de olabilirler. Çoğu kez hüsranı dışardan seyredenler yaşayanlardan önce fark ederler.

Hoşumuza gitse de gitmese de AKP’nin hüsranından bahsedeceğiz. Yani millete ümit, terakki, değişim ve zafer olarak takdim edilen siyasî bir projenin hüsranından… Türkiye’de siyaset, halk nezdinde ideoloji ve hatta dinle karıştırıldığından, tarafgirlik sarhoşluğu genellikle hüsranı kabullenemez. Ortaya çıkan neticelerin mantıkî delilleri ve matematiksel rakamlarla ortaya koysanız bile hâlâ yükselişte görünen siyasî partiye gönül verenlerce linç edilebilirsiniz. Basireti körleştiren dehşetli particilik tarafgirliği bu çerçevede doğruları anlatmanıza müsaade etmez: Vatan hâinliği, dinsizlik, Ergenekonculuk ve hatta ajanlıkla da ittiham edileceğinizden çoğu kez susarsınız.

12 Eylül ihtilâli, demokrasinin dış takozlarla yavaşlattırıldığı ve hatta kısmen durağanlığa girdirildiği bir mevsimde yapılmıştı. İhtilâlin ardı sıra devam eden patırtı ve gürültüleri, dış güçlerin desteklediği yeni yapı için ülkeye akıtılan rüşvetler ve ekonominin haricî kontrolörlerce dışa açılışı ANAP’ı seçmen karşısında başarılı göstermişti. Fakat ihtilâlin seçtiği baş oyuncu Çankaya’ya çıkınca sihri bozulmuş ve Meclis çoğunluğunu elinde tutan parti kısa sürede dağılıvermişti. ANAP’ın programı geçmişin kötü idaresiyle kendisini kıyas üzerine kurulmuştu. Ama bu kötüyü emsal tutma yolu 1983 doğumlu anlı şanlı partinin henüz yirmi beşini doldurmadan hayata veda etmesine mani olmadı.

AKP’nin ANAP’ın misyonu üzerinde doğduğunu inkâr etmek hakikati değiştirmiyor. 28 Şubat İhtilâli, Refah zelzelesi ve Demokratların dibe vurdurulması gibi tartışmasız unsurların hakim olduğu bir zeminde doğan AKP, yükselen refahın da mirasını ANAP’tan kalmış vereseye katınca, zahiren Anadolu’nun özlediği bir siyasî hareket olarak ortaya çıkmıştı. İstanbul Belediye Başkanlığından alınıp Saray Cezaevinde bir süre bekletilen mağdur ve mazlûm Recep Tayyip Erdoğan unsuru da eklenince, önünde durulması gayri mümkün bir sel halini almıştı AKP. Tam on sene esti, gürledi. Bazen meydan okudu, bazen ağladı ve rollerini oynadığı dört eğilimin de bütün sembollerini ve sloganlarını kullandı.

Neler vaad etmemişti ki… İşsizlik hallolacaktı. Orta sınıf güçlenecekti. Yurdun dört bir yanında imalathâneler kurulacaktı. Komşularla sıfır problemli dönem başlayacaktı. Başörtüsü her yerde dalgalanacaktı. Temel din eğitimine yönelik yasaklar kalkacaktı. YÖK kaldırılacaktı. Türkiye maddî ve nakdî kaynaklarıyla şahlanacaktı. AB’ye giriş için bütün reformlar yapılacaktı. Siyasî Partiler Kanunu değişip demokrasinin önündeki engeller temizlenecekti. Doğu problemi halledilecekti. Terörün yerinden ve yurdundan ettiği milyonlara varan insanların mağduriyetleri giderilecekti. Ve daha yüzlerce vaad…
Peki, bunların ne kadarı ne ölçüde gerçekleşti; cevabını sevgili okuyucularımıza bırakıyoruz.

Ve artık devran değişti. Atlas ötesinden esen rüzgâr artık yelkenleri doldurmuyor. Ve sihrin geçici gücü de yardım etmiyor bugün. AKP’yi karşı akıntı bekliyor. İşbaşı yaptığında “Usta kaptan fırtınalı denizde belli olur” demişti Erdoğan. Dokuz senedir kayda değer bir fırtına ile karşılaşmadan bugünlere geldi. Ama hem içeride, hem dışarıda fırtına işaretleri giderek artıyor. Terörden ekonomiye, AB ve demokratikleşme sürecindeki tıkanmadan yeni anayasa çalışmalarında şimdiden başgösteren yorgunluk ve bezginlik işaretlerine, Arap baharının kışa dönüşme yoluna girdiğini gösteren sinyallerden Suriye ve Irak cenahlarında olup bitenlere kadar…

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*